22 Şubat 2012 Çarşamba

absürd oyunu nasıl alırdınız?


Geçtiğimiz sezon sahnelenmeye başlanan Absürd Tiyatro'nun önemli yazarlarından Harold Pinter'in "Doğum Günü Partisi" adlı oyununu Şubat ayında Kadıköy Haldun Taner sahnesinde izleme fırsatı buldum. 
 Aslında "absürd tiyatroyu" genel hatlarıyla özetlemek gerekirse, birçok absürd yazar (kendilerini öyle nitelemeseler de) farklı anlatım biçimleriyle insanın bu koca evrende yalnız olduğunu anlatırlar, çünkü ne kendisi ne de başkalarıyla iletişim kuramaz, ya da kurmayı tercih etmez. Zaten ona göre iletişim kurmak, konuşmak tehlikelidir. İnsan adeta gökyüzünden fırlatılmış ve bu dünyaya hapsolmuştur. Bu türün temsilcileri oyun kişilerini genellikle tek bir mekana hapsederler, "içerideliker" ve "dışarıdakiler" vardır. İnsan bedeni ve ruhu bu kapalı mekanda sıkışıp kalmıştır. Zaten çıkmak istemez, dışarısı tehlikelidir, tekinsizdir. Orada sıkışıp kalmış olsa bile o odada, o mekanda güvendedir. Bir süre sonra bu kişiler kendilerine yabancılaşırlar, sözlerin, ilişkilerin, yaşamanın, ölümün hiçbir önemi yoktur artık. İçeridekiler ile dışarıdakiler arasında sürüp giden bu savaş sonuçsuzdur, oyunlar hep bu kısır döngü içinde sürüp gider.Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Jean Genet, Arthur Adamov'da olduğu gibi, Harold Pinter da oyunlarında işte bu kısır döngüyü, bu var olma ritüelini anlatır. 

"Doğum Günü Partisi"nde, Stanley Weber bu haspolmuşluğu ve çıkışsızlığı en uç noktada yaşayan karakter olarak Meg'in "korunaklı" pansiyonuna sığınmıştır. Nedeni anlaşılmaz bir korkuyla, Meg'in anaç tavrını kalkan olarak kullanır. Meg, Stanley'yi dış dünyadan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı koruyacak tek kişidir. Stanley'nin endişeli hali, sürekli gelen giden var mı diye sorması boşa çıkmaz ve  iki "insan avcısı" çıkagelir, Goldberg ve McCaan. Tehlikenin farkında olmayan "iyi kalpli" Meg, Stanley'ye sürpriz doğum günü partisi hazırlar, asıl doğum günün o gün olmamasına rağmen. Goldberg, McCaan ve işveli komşu Lulu davetliler arasındadır. Meg, eski bir piyanist olan Stanley'i geçmiş görkemini hatırlatacak bir hediye alır: oyuncak bir trampet. Bu çılgın partide tek eğlenmeyen kişi "doğum günü çocuğu" Stanley'dir. Körebe oynanırken, gözleri bağlı olan Stanley birden trampetin üzerine basar, kırar. Bu anda, korunaklı yuvasına zarar verdiğini ve her şeyin sona erdiğini düşünen Stanley, Meg'i boğmaya, Lulu'ya tecavüz etmeye çalışır. Aslında kendisine kalkan olarak seçtiği bu "egemen güçler"den kurtulduğunu sanır. Çünkü çok güvendiği Meg onu baş düşmanlarına karşı korumamıştır. Lulu'nun cinselliği ise onu korkutmaktadır. Ayrıca onu etrafa karşı "uyanık" tutan bir diğer güç simgesi gözlüğü de kırılmıştır. Şimdi Stanley tamamen güçsüzdür ve çaresizce "insan avcılarına" teslim olur, Meg de onu korumamıştır. Hatta olup bitenden habersizce günlük hayatına devam eder. Egemenliğini erkekler üzerinde oluşturan Meg, Stanley'nin boşluğunu bu sefer sessiz ve sadık kocası Petey ile telafi edecektir...

İBB Şehir Tiyatrosu'nun internet sitesinde "Doğum Günü Partisi" şöyle tanıtılmış: "Nobel ödüllü Harold Pinter'ın başyapıtı, hem eğlence hem gerilim dolu bir oyun. Bir sahil kasabasında yaşayan karıkoca ve pansiyonlarının tek müşterisi olan bir genç adam. Dışarıdan gelen iki adam ve orada yaşayan bir genç kız. O gün doğum günü olmayan genç adam için bir doğum günü partisi düzenlerler. Ve korkunç eğlence başlar."
Bir televizyon programında ise yönetmen oyunu komedi olarak yorumlamayı tercih ettiğini söylüyor ve metnin zaten her şeyi anlattığından bahsediyordu. Absürd metinler yönetmene boş alanlar bırakmasa da klasikleşmiş bir çağdaş oyunun mutlaka yeni bir yorumu olmalıdır. Yorum derken, oyunu komedi olarak yorumlamaktan bahsetmiyorum. Yönetmenin tercihi komediyse, açıkçası sahnede komediye dair çok az şey vardı. Ya da seyirciyi güldürecek ögeler de çok anlaşılmadı demek daha doğru olacak. Oyun metninde sessizlik anları bir zil sesiyle verildi, fakat o da anlaşılmadı. Kişilerin absürd duruma düştükleri anlar, donukluğun, sessizliğin çok önemli olduğu anlar da havada kaldı; sahne değişimleri hiçbir şeyi ifade etmedi. Genel olarak bakıldığında seyirciler neden bu oyuna 2 saatten fazla bir süre harcadıklarını sorguladılar sadece. Stanley'nin neden korku içinde olduğu, bir pansiyona, bir kadına sığındığı, daha sonra çaresizce güvendiği kadın imgesinden neden vazgeçtiği hiçbir şey ifade etmedi. Sonuç olarak Harol Pinter'in "Doğum Günü Partisi" adlı oyunuyla söylemek istediği anlaşılmadı. "Korkunç eğlence", seyircinin genelinde sıkıcı bir oyun olarak sonuçlandı.

Absürd tiyatroda metin zaten belli bir rejiyle yazılır, asıl iş oyuncuya düşer. Bu açıdan, oyunun yönetmeni de olan Yıldıray Şahinler kilit karakter Stanley'nin çıkışsızlığını, çaresizliğini tam olarak yansıtamıyor. "Büyük" olayların önemini yitirdiği oyunda küçük nesnelerle yapılan oyunlar önem kazındığı için, oyuncak trampet ve gözlük gibi objelerle yapılan tekrarlar veya söz oyunları bir şey ifade etmemeye başlıyor. Julide Kural sahne üzerinde Harol Pinter oyununda oynamanın mutluluğunu yaşıyor gibi; Meg'i oynarkenki heyecanı seyirciye de geçiyor. Goldberg'i canlandıran Cem Davran başarılı bir karatker oluşturuyor, fakat oyunun temposunun düştüğünü hissettiği anlarda aşırı göstermeci oynuyor. Mert Tanık'ı ise ayrı tebrik etmek gerek, izlenmesi keyif veren bir McCaan karakteri yaratmış ve oyunun başından sonuna kadar absürd oyunculuğa yaraşır bir performans sergiliyor. İşveli komşu kızı Lulu'yu canlandıran Özge Borak ve Petey'i oynayan Bahtiyar Engin sanki bu oyunda bulunmaktan dolayı mutsuz bir halleri varmış gibi oynuyorlar.
Her oyunda sahne tasarımı yapan Barış Dinçel'in bu seferki asimetrik ve gereğinden kalabalık tasarımı, oyunu bir bulvar komedisiymiş gibi gösteriyor. Aynı şekilde, müzik ve efekt tasarımının çok etkili olduğu söylenemez. Işığın kapatıldığı anda fenerle yapılan ışık oyunları oyuna bir tempo katıyor, seyirciyi eğlendiriyor.

Açıkçası bu oyunu izlemeyi yazarından dolayı tercih etmiştim. Absürd Tiyatro'nun önemli temsilcileri arasında adı geçen Harold Pinter politik duruşuyla da bilinen bir yazar, senarist, bir tiyatro adamıydı ve Türkiye'de çok az oyunu sahnelendi.
Fakat oyun hakkında bir şeyler yazmaya yönelten durum özellikle seyircilerin oyun esnasındaki tutumu oldu. Çok sıkıldıkları her hallerinden belliydi.  Daha sonra birçok internet sitesinde okuduğum yorumlar da bu görüşü haklı çıkarıyordu, hiçbir şey anlamamışlardı!
Asıl soru şu, bir zamanlar geleneksel yapıları yıkan absürd oyunların günümüzde seyirci gözünde hala aynı geçerliği var mı? Ya da, Absürd Tiyatro oyunlarını sahnelemeyi, oynamayı ve seyretmeyi başarıyor muyuz? 

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yazar: Harold Pinter
Çeviren: Memet Fuat
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
Müzik: Selimcan Yalçın ve Barış Manisa
Işık Tasarımı: Murat Selçuk
Efekt Tasarımı: Ersin Aşar
Yönetmen: Yıldıray Şahinler
Oyuncular:
Cem Davran, Jülide Kural, Yıldıray Şahinler, Mert Tanık, Özge Borak, Bahtiyar Engin

2 perde/2 s. 10 dk.
İstanbul Şehir Tiyatrosu 2011-2012 sezonu

21 Şubat 2012 Salı

adsız belge.

 Boşluk
...
Derin sessizliğime geri döneceğim
Başka yolu yok var olmanın
Aman ne var oluş
Zoraki yaşama
Nereye kadar?
....

Sanki çok harika bir cümle çıkaracakmışız gibi niye ıkınıyoruz boşu boşuna
...

Benden bir cacık olmaz
Onların da yaptırmak istedikleri buydu işte
Bu yüzden
Derin sessizlik
Ve
Direniş
...
Kime karşı
Ne için
Kim için
Neden
?
Bu sebeple
Derin sessizlik

Bitti…

(Not:"Hava güneşli, ya içimizdekiler de güneşli mi?...değil bazen" hissiyatı...) 

20 Şubat 2012 Pazartesi

iç ses.

Pekala, siz, bir kadın ve bir erkeksiniz!Bu oyunun içinde olmamanız imkansız, kendi ilişkisinizi burada olup bitenlerin dışında tutamazsınız. Çünkü siz de birer modern "Adem ile Havva"sınız".
"İç Ses"inize kulak verin ve bu oyunu seyredin derim.
Dikkat: bu oyunda sadece düşünceler ve iç sesler konuşur!

“Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı ve kutsadı. Ve yaratıldıkları gün onlara "İnsan" adını verdi.”
-Eski Ahit-

"Havva iç ses: Haksızım, tabii. Zaten her şeyin suçlusu benim ona göre. Ne yapsam hata, ne yapsam yanlış.
Adem iç ses: Haksız. Tamamen haksız. Haksız olduğunu biliyor"

-İç Ses-



Metin ve Reji: Jale Karabekir
Hareket: Esra Çizmeci
Müzik: Murat Hasarı
Kostüm: Kübra Erişir
Işık: Efe Sümer
Grafik: Bülent Kuzu
Ses: Burcu Hayal
Oyuncular: Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı
İç Sesler: Sema Mağara ve Serhan Süsler
Diğer Sesler: Tilbe Saran ve Kaya Akarsu ve Pınar Oğuz

21/28 Şubat ve 6/13/20/27 Mart 2012 SALI SAAT 20:30 CİHANGİR/SAHNE
Taktaki yokusu, 2/B Cihangir (Firüzağa kahve arkası, Ağa Bilardo yanı)

 Biletlerinizi www.mybilet.com'dan temin edebilir ya da 0212 245 21 09'dan rezervasyon yaptırabilirsiniz.

16 Şubat 2012 Perşembe

"camadımlar"

"Cam Adımlar", hareket üzerine, hareketin kırılganlığı üzerine, kırılgan an'ın tükenişi üzerine, kaçan/kovalayan üzerine, beden-yer çekimi üzerine, her "adımı" takip ederken içimde bir şeylerin parçalanıp gittiğini hissettiğim harika bir performans. Orada, o belirsiz zaman-mekanda, o tedirginliği yaşamak gerekir.

"Cam Adımlar" nedir? kaçan adamın kırılgan adımları üzerine bir dans tiyatrosu işi olarak okunabilir. Tam anlamıyla eline aldığı her şeyin kırıldığını; kendini yüzyıllarca adamaya alıştığı, neredeyse tüm değer yargılarının; giderek kıyamete, yıkıma yanaşan dünyayı çözümlemekte yetersiz kaldığını; inanmakta giderek zorlandığını anladığı, bir "mekan-zaman" da geçer. Bu "mekan-zaman" ne kadar belirsiz gözükse de, esasında giderek yaklaştığımız o büyük çözülme, büyük parçalanma zamanıdır veya insanoğlunun sınırsız taleplerinin sınırlı dünya kaynaklarına yetmeyeceğini anladığı, yani "yaratıldığı" ilk günden beri yaşanılan tüm zamanlardır. İşi oluşturan ana soru ise şudur: Peki yine de bu kadar kırılgan ve aynı anda yaralayıcı iken elimizi attığımız her şey, niye elimizi uzatırız inatla bir başkasının eline? Hangi noktada, kesişen "kırılgan" adımlar beraber yürünen ve yüründükçe sağlamlaşan ortak bir "zemin" e dönüşebilir? Ya da dönüşebilir mi?



Koreografi: İlyas Odman
Müzik: Erdem Helvacıoğlu
Işık: Yüksel Aymaz
Dansçılar: İlyas Odman, Çağlar Yiğitoğulları

tek perde/50dk.

20 Şubat 2012, 20.30, Salon İKSV


http://www.saloniksv.com/tr/etkinlik/64/cam-adimlar

13 Şubat 2012 Pazartesi

bu bir eleştiri değildir. olsa da olur fakat.

Son yıllarda, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir değişim olduğu gözlemleniyor. Belki de değişen yönetimin bunda etkisi büyüktür. Değişimler iyi yönde gibi görünüyor, ama "memur zihniyetinden hallice"nin ötesine geçemiyor. Belli ki teknik konularda İBB yeterince kaynak ayırıyor, büyük sahneler, devasa konstrüksiyonlar, dekorlar, kostümler vs. Oyunculuklar, rejiye rağmen, gayet iyi. Oyun repertuarı eh işte, ama şu anda bir ivme yakalamışlar gibi. Ama "büyük laflar" eden oyunlardan sıkılmadık mı artık? Kişisel eleştirim ise her daim rejinin zayıf olması yönünde, hatta bu kurumda böyle bir kavramın var olmadığını düşünerek çok ileri gitmek istiyorum. Dramaturjiden bahsetmek bile istemiyorum, raflarda tozlanan kağıt yığınlarından öteye gidemiyorlar çünkü. Dramaturji kadrosunda çalışan arkadaşlarımız oyunculuktan gelen "yönetmenlerin" egosu altında ezilip kalıyorlar. Durum budur.

Gelelim meseleye. Sürekli bir takım oyunların temcit pilavı gibi önümüze sürülmesinden dolayı, İstanbul Şehir Tiyatroları'na gitmiyordum. (Kişisel tercihimdir, belli bir göz zevkim olduğundandır). 2011-2012 sezonunda seçilen oyunlara göz attım, hoşuma giden çalışmalar oldu. Yine tekrarlar, yine aynı reji mantığı, yine aynı zihniyet devam ediyor ama Genç Tiyatro ekibinden "Mutfak Söyleşileri" adlı bir oyun izlemek beni çok mutlu etti. Fakat, bu oyuna şu an değinmeyeceğim, zire söylemek istediklerim ve düşündüklerim şu yazıda gayet mevcut: http://bianet.org/bianet/sanat/134672-mutfak-soylesileri

İBB Şehir Tiyatroları, çağdaş Bulgar yazarlarından Stranislav Stratiev'in "Otobüs" adlı oyununu Ocak ayında sahnelenmeye başladı. Oyun Şubat ayı içinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinde sahneleniyor.
Stanislav Stratiev, toplumsal taşlamalar yazan, ülkesindeki politik değişimi ti'ye alan Bulgar tiyatrosu açısından çok önemli bir yazar. Halen "Otobüs" ve diğer oyunları Bulgar sahnelerinde oyunanmaktadır.

Olay bir otobüsün içinde olup bitiyor. Dokuz farklı tipte yolcu bir akşam evlerine gitmek üzere bu otobüse biniyorlar. Fakat bu otobüs onları bilmedikleri bir yöne doğru "sürüklüyor". Yoldan saptıklarını fark ederek paniğe kapılan yolcular, onları varmak istediklere yere götürmesi için şoförü ikna etmeye çalışıyorlar. Şoförle konuşmak yasak olmasına rağmen, kurtulmak adına ölümü bile göze alıyorlar. Şoför ise gittiği yolda onlara hiçbir zaman "doğru" yanıtı vermiyor, her daha fazlasını talep ediyor. Aslında bu otobüs bir ülkenin fotoğrafı gibi. Akıllı, kadın, erkek, delikanlı, genç kız, uyuz, huysuz, köylü ve virtüöz bu ülkenin farklı toplumsal statülerden gelen halkı, şoför ise onları yönetenleri temsil ediyor. İşte bu "Otobüs", yönetenlerin halkın gözünü boyamak için ne tür oyunlar oynadıklarını, bilinçlerin nasıl yok edildiğini, susturulduğunu ve sindirildiğini gözler önüne seriyor. Fakat oyun yaşanan olumsuzlukların, gidişatın sorumluluğunu sadece yönetene yüklemiyor toplumunda bunda bir payı olduğunu söylüyor.

Dolayısıyla, bir ülkede değişen rejim toplumda rastladığımız dokuz farklı karakter üzerinden eleştirel bir dille anlatılıyor. Yazar kendi ülkesindeki toplumsal ve siyasal değişimi sarkastik bir dille ortaya koyarken, aslında dünyanın neresinde olursa olsun, toplumlar hangi zihniyetle yönetilirse yönetilsin "ezen/ezilen", "yöneten/yönetilen", "güçlü/zayıf", "kadın/erkek","bana ne"ciler, "kraldan çok kralcılar" değişmiyor. Sistemler, kurgular, olaylar, kişiler hep aynı kalıyor. Değişen tek şey teknolojik aletler oluyor. Oyun, bu kısır döngünün içine hapsolduğumuzu gösteriyor. Çıkmak istemek kişilerin elinde değil ama çıkış tercih edilebilir bir durum yine de. Bu düzenden kurtulmak istemiyorsanız, bu düzende kalırsınız.

Oyunun çok boyutluluğuna rağmen, yönetiminin tam aksine kakafonik olduğunu söylemek gerekir. Oyunun başından sonuna kadar reji anlamsız tekrarlarla dolu, hatta bir noktadan sonra yorucu hale geliyor. Künyede bahsedilen koreografi sahne üzerinde pek işlemiyor, anlanmısz hareketler rejinin kakafonisine eşlik ediyor. Oyun başında kargaşa niteliğindeki oyunculuklar, ikinci perdede rayına oturuyor. Dekor sade ve kullanışlı. Müzikler keyifli, fakat bazen üst üste geliyorlar ve kulak tırmalayıcı oluyor. Oyunda yenilik adına çok iyi işleyen tek şey, Homur Mizah grubu tarafından çizilen, üç perdeye slayt şeklinde yansıtılan karikatürler. Sanırım ilk defa tiyatroda karikatür bu denli başarılı kullanılıyor, hatta bu bir ilk de olabilir, başka örneği aklıma gelmiyor.Ancak teknik olarak bakıldığında, bu karikatürler zaman zaman yorucu olabiliyor. Oyunu seyredeyim derken karikatürleri kaçırıyorsunuz; tam tersine karikatürleri izlerken bu sefer oyunu izleyemiyorsunuz. Ayrıca slaytlar iyi görünsün diye ışık üzerinde çok çalışılmamış, oyunculara yeterince ışık verilmiyor.

Oyunun konusu gereği, izlerken "nasıl olmuş da bu oyuna izin vermişler" dediğim anlar çok oldu. Projeksiyonla yansıtılan karikatürler, Türkiye'nin de bir zamanlar yaşamış olduğu baskıcı belleğini resmediyor, politik imajlar rahatlıkla gösteriliyor, oyuncular tarafından siyasi işaretler "kaçınılmadan" yapılıyor. Ancak, her şeyi "rahatlıkla, özgürce"konuşabiliyor olmamız, sorunları aştık ifade özgürlüğü mertbesine ulaştık anlamına gelmez. Oyunu sahneleyen yapıya, söyletene,"ileri demokrasi"yi getirdik diyenlerin zihniyetine bakmak lazım diye düşünüyorum.

-------------------------

"Otobüs"

Yazan: Stanislav Stratiev
Çeviren Cahangir Novruzov
Yöneten: Arif Akkaya
Oyuncular: Ahmet Özarslan, Barış Çağatay Çakıroğlu, Berrin Akdeniz Kortidis, Burak Davutoğlu, Can Ertuğrul, Elyesa Çağlar Evkaya, Ergun Üğlü, Fahri Kıncır, İrem Erkaya, Mert Aykul, Mert Turak





10 Şubat 2012 Cuma

yemekte üç kişi.

Bir akşam.
Bir evde iki oda bir salon bir mutfak. Mutfakta bir masa. Masa duvara dayalı.
Üç sandalye. İkisi yanyana, diğeri yalnız. Yemekte üç kişi. Biri erkek, ikisi kadın.
-"Yemek hazır!" komutu duyulur.Yemekler hızlıca servis edilir. Herkes tabağına bakar.
Kimse diğerinin yüzüne bakmaz. Çatal bıçak kaşık sesleri. (sessizlik).
Konuşulur. Bir kaç kelime, cümle duyulur. (Kelimeler arası sessizlik).
-"Günün nasıl geçti"... Kilit an...
Kimse diğerinin ne konuştuğunu dinlemez, duymaz, işitmez. Üç kişi, üç farklı ses. Üç kişi kendine konuşur, kendiyle konuşur, kendi kendine konuşur.
-"Bugün pencereme bir güvercin kondu". (sessislik).-"Ona ekmek verdim"... (sessizlik).
Paralel anlarda... Masanın yalnız tarafındaki kişi konuşur. Kelimeler havada kalır.
-"Biraz daha alır mısın?"...
-"Hayır!"
-"Bence sen de daha fazla yeme!" (gergin sessizlik).
-"Ben doydum. Size afiyet olsun!"
Çatal bıçak kaşık tabak sesleri. Sandalye sesi. Biri mutfaktan çıkar. Diğer iki kişi kalır.
Masanın yalnız tarafındaki kişi geçmişi anlatır. Anlatmak ister. Tek dinleyicisi kalkar, mutfaktan çıkar. Sandalye sesi. Kapı sesi.
En son kişi de çıkar...Kapı açılır, kapanır.
Geriye yalnız bir masa, üç boş sandalye ve bir kaç bulaşık kalır...

2 Şubat 2012 Perşembe

Çekirgeler.


Bir gün, bir çekirge başka bir çekirge ile karşılaşmış.
İlkine birinci çekirge desek, karşısındakine de ikinci çekirge desek olur.
Şöyle olmuş,
Birincisi sıçramış, öteki de ona doğru sıçramış. İkinci biraz daha sıçramış, diğeri de biraz sıçramış.
İşte, sıçrayıp sıçrayıp durmuşlar.
Sonra, birinci çekirge ikinci çekirgeye aşık olmuş/İkinci çekirge birinci çekirgeye aşık olmuş.
(Aslında sıralama da önemli değilmiş.)

Zaman bu ya, geçivermiş. Bir gün, ikinci çekirge birinci çekirgeye....

İşte hikaye böyle devam etmiş.

Birinden biri mutlaka gerçekleşmesi zor bir istekte bulunmuş, diğeri de yerine getirememiş, kavga etmişlermiş. Kim bilirmiş. Zaten, ne önemi varmış ki.
Söylentiye göre, bir insan cinsi üzerlerine kaynar su dökene kadar bu iki çekirge kahramanımız sonsuza kadar mutlu mesut sıçramışlarmış...