21 Aralık 2012 Cuma

matmazel julie.

Eğer oyun bitiminde sessiz kalmayı tercih ediyorsanız, söyleyecek bir lafınız dahi yoksa ve size "geçmiş olsun" dedirtiyorsa, o oyun kötüdür. Bu sezon işte böyle temsiller izledim ve açıkçası ruhum daraldı. Türkiye'de tiyatro biraz garip icra ediliyor ve algılanıyor zannımca. Tiyatro yapanı da bir garip, seyredeni de...
Fakat sezon başından beri beklediğim, sahnede nasıl hayat bulur diye merak ettiğim bir oyun var ki, işte o oyun August Strindberg'in "Matmazel Julie"si. Tiyatro Boyalı Kuş bu oyunu yapacağını duyurduğu andan itibaren nasıl olacak diye çok merek ettim, çok heyecanlandım. Ve gerçekten de bu sezonun en iyi işi, ruha en iyi gelen oyunu. Gidilesi izlenilesi...

Künye
Yazan: August Strindberg
Çeviren: Rüstem Ertuğ Altınay
Reji: Jale Karabekir
Koreografi: Gökmen Kasabalı
Oynayanlar: Yeşim Koçak, Mehmet Aslan, Asiye Dinçsoy

İşte Ocak 2013 tarihleri:
4-12-18-22 Ocak saat 20.30'da Sahne Cihangir'de.
Rezervasyon ve bilgi için 0212 245 21 09

Ayrıca metnin yeni çevirisi Agora kitaplığından çıkmış bulunmakta.


 http://www.hurriyet.com.tr/keyif/22167556.asp


7 Ekim 2012 Pazar

küçük keşifler.


Cumartesi. Ekim ayındayız. Hava sıcak. Hava çok bunaltıcı. İstiklal Caddesi kalabalık. Arka sokaklardan gidiyoruz Tepebaşı'na. Beyoğlu Sahaf Festivali de kalabalık. Kitap almaya niyetim yok, kalabalığı gördükten sonra hafta içi gelmek gerek diyoruz. Fakat o anda gözüme bir şeyler ilişiveriyor. Girişte sağdaki ilk dükkanda ilk önce "Entreriens avec Eugene Ionesco" ve "Odeon Theatre de France-Jean-Louis Barrault" kitaplarını görüyorum, mest oluyorum. Daha sonra dükkanın içine girince delicesine mutlu oluyorum. Martin Esslin'in 1961 yılında İngilizce kaleme aldığı, şu anda Türkçe'sinin dahi basılmadığı, Fransızca'ya çevrilen ilk basımını "Theatre de L'Absurde" şaheserini buluyorum. Saygıdeğer bir Devlet Tiyatroları yönetmenin elinden çıkmış, sahafa gelmiş. Biri dönemin Absürd tiyatro yazarı, biri bu oyunları yönetmiş, diğeri de kuramını yazmış. Aman kimse almasın diye elimde tutuyorum kitapları, çocuksu bir sevinçle. Güzel bir fiyat teklifin ardından günü şahane kapatıyorum. 


7 Eylül 2012 Cuma

küçük mutluluklar dükkanı.


Galata'da küçük mutlulukları yakalayabileceğiniz bir "harikalar dükkanı". Galata Kuledibi yakınlarında iki yıl önce kurulan bu dükkan 55 genç tasarımcının ürünleri hem sergiliyor hem de satıyor. Kolektif bir oluşum gibi diyebiliriz. Dükkan küçük ama içeri girdiğinizde detaylarda kaybolabilirsiniz. Hem farklı, hem sıcak ve samimi bir dükkan. Her şeyi satın almak hissi uyandırdığı için bağımlılık yapabilir diye düşünüyorum. Bu arada, size "müşteri" gözüyle bakılmadığı için çok rahat hissedebileceğiniz, Beyoğlu'nın kalabalığından kaçıp kafa dağıtabileceğiniz, hayallere dalabileceğiniz bir dükkan... Üstelik bir bardak çay ikramı eşliğinde dükkan sahibiyle güzel bir sohbet de edebilirsiniz...


Harikalar Dükkanı, Tünel-Galata Kulesi arasında Galipdede Caddesi Şahkulu Mah. Tımarcı Sokak No:5A'da. 


12 Temmuz 2012 Perşembe

evlilik kursu.

Seks bir tabu olarak kabul edildiği sürece, insanlar azgın, öfkeli, kindar, bağnaz, öldürmeye can atan, yıkıp yok eden, yağmalayan kitleler haline getiriliyorlar. Bu işin içinde siyası bir çıkar var elbet! Bu "hareketin" ürünlerini somut olarak görüyoruz her yerde: kitlelerin en kolay ulaşabildiği yazılı ve görsel medyada, tecavüz ve ölü kadın bedeni haberleri, gazetelerin arka sayfalarındaki çıplak kadın fotoğrafları, reklamlardaki ürünlerin pazarlamasının kadın/erkek bedeni üzerinden yapılması ve hatta Hilal Cebeci'nin "meme hareketi" ve Doğuş'un "saksı eylemi", Sibel Üresin gibi kişiler...

Cinsel güdülere uygulanan baskı belki ilk ve "ölümcül" bir sorun değil ama temel sorun olduğu kesin. Gerçi "ölümcül" oluyor genellikle. Denklem çok basit. Seks yoksa, biriken enerji açığa çıkamadıkça şiddete dönüşüyor. George Orwell da "1984"de bu denklemi kaç yıl önce çözmüş, işte kitaptan bir alıntı:

"Aşk yaparken enerji harcıyorsun, sonra kendini huzurlu hissediyorsun ve her şey sana vız geliyor. İşte kendini böyle hissetmene dayanamıyorlar. Her zaman enerjiyle dolup taşmanı istiyorlar. Tüm geçit törenleri, tüm bağırıp çağırmalar, bayrak sallamalar hep kokuşmuş cinsellik. Mutlu olsan, Büyük Birader,  Üç Yıllık Kalkınma Planları, İki Dakikalık Nefret ve öteki saçmalıklar için coşkulanmana gerek var mı?" (s.120, Can Yayınları)

Bu tespit, ne ilginçtir ki kadın kahraman Julia'dan geliyor. Çünkü "Büyük Birader"in tüm yasaklamalarına rağmen cinselliğini seçiyor, dolayısıyla özgürlüğünü de...

Şöyle devam ediyor kitap:

"Doğru söylüyor, diye düşündü Winston. İffet ve siyasal bağnazlık arasında doğrudan bir bağlantı vardı. Bir içgüdüyü bastırmadan ve bu yolla onu etken güç haline dönüştürmeden, Parti'nin üyelerinden beklediği korku, nefret, körü körüne inanç, nasıl istenilen düzeyde tutulabilirdi? Cinsel güdüler Parti için tehlikeliydi ve Parti, bu güdüleri, kendi yararına kullanıyordu. Aynı oyunu analık içgüdüsü için de kullanıyordu. Aileyi ortadan kaldırmak olanaksızdı. Bu nedenle, anne ve babaların eskisi gibi çocuklarına düşkün olmaları sağlanıyordu. Bir yandan da çocuklar sistematik bir biçimde, anne ve babalarına karşı yetiştiriliyorlar..."

Cinsel güdülerimiz "devlet" için tehlikeli olduğundan kadın bakanlığı oldu aile bakanlığı. Bu noktada evlilik kursları ve evlilik programları devreye giriyor, çünkü öğretiler cinselliği ancak evlilik "kurumu" bünyesinde icra edilebilir kılıyor. "Küçük yaşta kızlar evlenmesin" deniliyor fakat lise çağında evliliğe izin veriliyor. Ve cinselliğe görev yükleniyor: çocuk yapmak. Sistematik çalışmak gerekiyor çünkü "en az 3 çocuk yapın" mesajları veriliyor.

Eeee yazdık yazdık, o kadar tespitte bulunduk ama en zoru da bitirmek. Kısadan hisseyle değil tabi ki...Nasıl biter ki bu saçmalık? "Kürtaj bu ülkeye yapılan bir komplodur" söyleminden sonra yaşama haklarımız yasaklanmadan bir yerlere not düşeyim dedim.


12 Haziran 2012 Salı

devlet elini bedenimden çek!


BAŞBAKANIN VE HÜKÜMETİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİ, KADIN BEDENİNİ, DOĞURGANLIĞINI VE CİNSELLİĞİNİ HEDEF ALAN POLİTİKALARINA SONUNA KADAR HAYIR DİYORUZ!

Kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!
Kürtajın yasaklanması veya süre ve koşullarının daha da daraltılması:
  • kadınların sağlık ve yaşam haklarının ihlalidir!
  • kadınların cinsel ve doğurganlık sağlıkları ve hakları ile ilgili karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır!
  • kadınların eşit bireyler olarak görülmediği süregelen muhafazakar zihniyetin bir başka tezahürüdür!
Kürtajın yasaklanmasına dair çalışmaların bir süredir planlandığı, Başbakan'ın Mayıs ayının son haftasındaki demeçleriyle ortaya çıktı. Hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bu vahim girişim dünya deneyiminin de gösterdiği gibi kürtaj oranlarını düşürmeyeceği gibi, güvensiz koşullarda kürtaja yol açıp kadın ölümlerini artıracaktır.
KÜRTAJ DEĞİL, ESAS KÜRTAJIN YASAKLANMASI CİNAYETTİR!
KADINLARIN ÖZGÜR TERCİHİYLE YAPILAN GÜVENLİ KÜRTAJ YAŞAM HAKKIDIR; KISITLANAMAZ, YASAKLANAMAZ!
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, güvenli olmayan koşullarda yapılan düşükler nedeniyle her yıl dünya çapında on binlerce kadın hayatını kaybetmektedir. Türkiye'de istenmeyen gebeliklerin istemli olarak sonlandırılmasına yasal olanak sağlanması anne ölüm hızının düşmesine katkı sağlamış ve bu oran 1970'lerden 2000'lerin ortalarına, 100 bin canlı doğumda 250'den 28'e düşmüştür. Kürtajın Türkiye'de arttığı yönünde hiçbir veri yoktur; tam tersine 1993'te 100 gebelikten 18'i kürtajla sonuçlanırken, bu oran 2008'de yüzde 10'lara gerilemiştir. 1994 ile 2011 yılları arasında 26 ülke kürtaj ile ilgili engelleri kaldırmaya yönelik adımlar atmışken, Türkiye'de yasaklanması veya kısıtlanması kabul edilemez. Güvenli kürtaj hakkının kullanımını sadece tıbbi zorunluluk ve tecavüz durumlarıyla kısıtlamak, kadınların temel bedensel ve cinsel haklarını marjinalleştirmekte ve hakkın kullanımını mecburiyet koşullarına indirgemektedir.
Ücretsiz, kolay erişilebilen, yüksek standartlardaki doğum kontrol yöntemlerini teşvik etmek yerine kürtajın kısıtlanarak ya da yasaklanarak kadınların sağlık ve yaşama hakkının riske atılmasına karşı çıkıyoruz. Kürtaj bir seçim özgürlüğü olduğu kadar aynı zamanda sosyal bir hak olarak da yaşamsaldır. Çünkü kadınlar için özgür, ücretsiz, ulaşılabilir, güvenli, yasal bir kürtaj hakkı aynı zamanda yaşam hakkıdır. Asıl cinayet kadınları hayatlarını riske atacak tehlikelere zorlamaktır.
GÜVENLİ KÜRTAJ HAKKI, KADINLARIN KENDİ BEDENLERİ ve DOĞURGANLIKLARI ÜZERİNDE KARAR VERME HAKKININ VAZGEÇİLMEZ BİR PARÇASIDIR!
Kişinin kendi bedeni üzerindeki kontrol ve güvenli kürtaja erişimi de içeren cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarının kısıtlanması temel insan haklarının ve kadının insan haklarının açıkça ihlalidir. Türkiye, hem kendi mevzuatı hem de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler uyarınca, cinsel ve üreme sağlığı hakları konusunda yeterli ve kapsamlı hizmetler sunmak ve bu hizmetleri erişilebilir kılmakla yükümlüdür. Türkiye'de çocuk yaşta evlilikler, zorla evlendirmeler, kadın cinayetleri, tecavüzler, kadın cinselliği üzerinde oluşturulan ahlaki baskı mekanizmaları normalleştirilmiştir. Doğum kontrol sorumluluğu temel olarak kadınlara yüklenmiştir. Ancak kadınların ücretsiz doğum kontrol araçlarına kolayca erişemediği, en yaygın doğum kontrol yönteminin geri çekme olduğu, kadın istihdamının düşmeye devam ettiği ve kadın yoksulluğunun hızla arttığı bir ülkede kadınların gebeliğini isteyerek sonlandırma hakkını kısıtlamak veya yasaklamak kadınları tehlikeli koşullarda kürtaja sürükleyecek açık bir ayrımcılıktır.
MİLİTARİST, AYRIMCI SÖYLEM ve UYGULAMALARLA İNSAN HAKLARINA SALDIRILMASINA İZİN VERMEYECEĞİZ!
Başbakan "Her kürtaj bir Uludere'dir" diyerek, kadınların bedensel haklarını yaşama geçirmeleri ile bombalı bir saldırıyla insanların öldürülmesini eş tutmuştur. Bu ayrıca Kürtlerin ve kadınların insan haklarını tartışmaya açan ayrımcı ve militarist bir açıklamadır; oysa devletin birincil görevi tüm vatandaşlarının insanca yaşamalarını sağlamak, eşitlik, hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır.
Türkiye'nin taraf olmakla övündüğü Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin 16.1.e maddesine göre "kadınlar çocukların sayısına ve dünyaya getirilme zamanına serbestçe ve makulce karar verme hakkına sahiptir". Kürtajın yasaklanması yönünde hükümetin bu girişimi kadınların kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkını yok sayan, kadınların birincil varlık sebebini soyun üremesi olarak gören, neo-liberal nüfus politikalarını kadın bedeni üzerinden kurgulayan süregelen kadın düşmanı zihniyetin bir başka ürünüdür.
Böylesi bir karar milyonlarca kadının yaşam hakkının ve kadın, erkek ve çocukların insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme haklarının açık bir ihlali anlamına gelir.
Biz imzacı örgütler olarak, kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin ve Başbakan ve Hükümetin kadın bedenini hedef alan siyasetinin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!

8 Haziran 2012 Cuma

insan görünümlü yıkıcı için alıntı.

"Teknoloji çağının isimsizler dünyasında bireyin önemsiz, yalnız ve değersiz olması, insanın en önemli sorunudur. Bu durum pazar ilişkileri içinde kategorize edilerek "şey"leştirilen insanı, sevgi ve özgüven duygularından yoksun bırakmanın anlatımdır. Bireyselleştirmenin yansımaları olan özerklik ve üretkenlik, insanın tüm gerçekliği ile yaşama etkin bir biçimde katılmasını tanımlar. Ancak bugün toplumda egemen olan ilişki türü, sahte benlerin toplamı olan benşey ilişkileridir. Çünkü çağdaş toplumun özü maksimum üretim, sınırsız bencillik ve kardır. İnsanın böyle bir toplumda kurtuluşu da maksimum maddesel başarısına başka bir deyişle, makinenin bir dişlisi olabilme becerisine bağlıdır."

(Erich Fromm'un düşüncelerine ait bir alıntıdır.)

31 Mayıs 2012 Perşembe

Sisyphos

"Sisyphos'u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir." der Albert Camus.

Bu günlerde "torpil,haksızlık,adaletsizlik" gibi sözcükleri o kadar çok duyuyorum ki. Üstelik bizzat kendim de yaşıyorum.
Şu soru geliyor aklıma, yapılan bu haksızlıklar sizi sevdiğiniz, yapmak istediğiniz işten soğutur mu, yıldırır mı, yoksa sizi daha mı mücadeleci yapar?
Bazı insanlar şanslıdır, veya şanslarını kendileri yaratır. Fakat ne kadar adil bir kazanımdır bu, tartışılır. Ailesi, eşi, dostu yüksek mevkidedir, tanınmıştır; işte o kişi işi kapar. Yaşam mücadelesi verdiğimiz sürece hep bu durumla karşılaştık, karşılaşıyoruz... Torpil her yerde, her alanda...
Aslında sorduğum sorunun cevabı yok. Sadece yıllar içinde törpüleniyorsunuz. Belki de yılmayı bile tercih edebilirsiniz.
Her yer kurt kapanı gibi. Kim nereyi kaparsa, kim nereye kapağı atarsa. Birey olmaktan öte, "benci"liktir bu. Çünkü bu bir yarıştır. Sen kuyrukta beklersin,fakat biri arkadan gelir senin emeğini hiçe sayarak işini önce halletmek için atılır öne. İşini senden önce halleder, senden önce ulaşır, senden önce işe alınır. Çünkü düzen bunu gerektirir, düzenin ta kendisidir ona bu hakkı veren.

Albert Camus, Sisyphos'u yazdığı yıllarda belki de dünya savaşlarına şahit olmuş, yaşam umudu tükenmiş insanlığa bu "uyumsuz" durumun içinde Sisyphos inançlılığında hayatta kalmayı öğütlüyordu.
Peki ya şimdi, hak-hukukun işlemediği,kanunların sadece yazılı metinlerde kaldığı,adaletin ideolojilere hizmet ettiği bir dünyada hayatta kalmak için hangi inanca sığınmamız gerekiyor?

Bir "insan" olarak, bu ülkedeki geleceğimden endişeliyim...

12 Nisan 2012 Perşembe

video: people are strange.

Bob Dylan - Things Have Changed...

"12 Eylül yargılanıyor, bugün itibariyle gördük ki yakında 28 Şubat da yargılanmaya başlanacak... peki ya onca insanın suçunun ne olduğunu bilmeden "günlerce" tutuklu kalmaları, delillerin hiçe sayılması hangi mantığa sığar, bu hukuk mu siyaset mi?... Bir yandan iyi bir şey yaparak övünmeler böbürlenmeler, öte yandan görmezden gelinenler, üzeri kapatılanlar, kimseye aldırmadan değişen eğitim sistemi, bir intikam uğruna..ileri demokrasi şekilciliği".... diyeceğim ama demiyorum!

"sorun yoksa problem de yoktur", gibi anlamsız olduğunu sonradan idrak ettiğim bir cümle kurmuş olabilirim, evet.

kedi ve çocuk.

Andy Prokh




hoş, eğlenceli,mizahi yönü olan bir fotoğrafçının işlerine rastladım. Çocuk ve kedi kompozisyonlarına bayıldım.
kaynak: http://photo.net/photodb/folder?folder_id=1021689

30 Mart 2012 Cuma

video: oi va voi- everytime



Bu şarkı için ne diyebilirim ki, harika tek kelimeyle. Bridgette Amofah ve Stephen Levi, sesleri muhteşem.Aşk'ı anımsatan, içinde aşk olan bir şarkı.

27 Mart 2012 Salı

27 mart dünya tiyatro günü

   

Bu güzel günde, 2009 yılında hayatını kaybeden tiyatro insanı Augusto Boal'in Dünya Tiyatro Günü Bildirisini paylaşmak istiyorum. Şimdi siz de sokağa çıkın ve devam etmekte olan bu etkinliğe katılın.... 

Jana Sanskriti topluluğu


"Bütün insan toplulukları özel vesilelerle etkinlikte bulunurlar ve günlük hayatları içinde seyirliktirler. Sosyal örgütlenme bakımından da böyledirler ve şimdi burada izlemeye geldiğinize benzer etkinlikler üretirler.

Farkında olmasak bile insan ilişkileri teatraldir; mekân kullanımı, vücut dili, sözcüklerin seçimi, ses tonları, duygu ve düşüncelerin çatışması sahnede kullandığımız her şey yaşantımızda da vardır: insanın özü tiyatrodur.

Düğünler, cenazeler birer etkinliktir fakat aynı zamanda son derece aşina olduğumuz için farkında olmadığımız günlük ritüellerdir. Resmi bir devlet töreni, fakat aynı zamanda bir sabah kahvesi, günaydınlaşmak, ürkek aşklar, tutkuların büyük fırtınaları, bir senato toplantısı, diplomatik bir görüşme, hepsi tiyatrodur.
Sanatımızın temel amaçlarından biri, seyircilerin oyuncu da olduğu dünya sahnesinde insanları günlük hayatın etkinliklerine karşı duyarlı kılmaktır. Hepimiz oyuncuyuz; tiyatro yaparak, bakmaya alışkın olmadığımız için göremediğimiz, aslında aşikâr olan şeyleri görmeyi öğreniriz. Kanıksanmış olan şey görünmez olur; tiyatro yaparak günlük hayatın sahnesini aydınlatırız.
Geçtiğimiz Eylül teatral bir oyunla şaşkına döndük: Uzak ve yabancı diyarlarda ortaya çıkan savaşlara, soykırımlara, katliamlara ve elbette işkencelere rağmen güvenli bir dünyada yaşadığını düşünen ve saygıdeğer bir bankaya ya da güvenilir bir borsa simsarına yatırdığı parasıyla güvenlik içinde yaşayan bizler bu paranın aslında var olmadığını ve bunun kendileri hiç de sanal olmayan, üstelik ne güvenilir ne de saygıdeğer olan bazı ekonomistlerin kötü bir icadı olduğunu öğrendik. Tüm bunlar kimilerinin çok kazandığı, bazılarınınsa her şeyini yitirdiği karanlık bir öyküden, kötü bir tiyatro oyunundan başka bir şey değilmiş. Ve onların kararlarının kurbanı olan biz seyirciler balkonun en arka sırasında oturuyormuşuz.
Yirmi yıl önce Rio de Janeiro’da Racine’nin Phedra’sını sahneliyordum. Sahne ekipmanı zayıftı; yerlerde inek derileri, etrafta bambular. Her gösterimden önce oyuncularıma şunu söylemeyi adet edinmiştim: Gün be gün uğraşarak yarattığımız kurmaca bitti. Bambulara ulaştığınızda hiç birinizin yalan söyleme hakkı olmayacak. Tiyatro gizli hakikattir.
Etrafımıza baktığımızda tüm toplumların, etnik grupların, sınıfların ve kastların içinde ezen ve ezilenleri görürüz, adaletsiz ve merhametsiz bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmak zorundayız çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat hem sahnede hem de hayatımızda oynayarak bu dünyayı kurmak bizim elimizde.
Az sonra başlayacak etkinliğe katılın, eve döndüğünüzde arkadaşlarınızla kendi oyunlarınızı oynayın ve daha önce göremediğiniz apaçık olana şeye bakın: Tiyatro sadece bir etkinlik değildir, bir yaşam biçimidir.
Hepimiz oyuncuyuz: vatandaş olmak bir toplumun içinde yaşamak değil onu değiştirmektir." 
                                                                    
Augusto Boal

26 Mart 2012 Pazartesi

15 Mart 2012 Perşembe

anlık.

http://www.panoramio.com/photo/4693916
Anlık tanıklıkların hastasıyım...
Bugün öğle saatlerinde şehrin herhangi bir caddesindeyim.
Hava soğuk, tatsız, sevimsiz. Yağmur suratıma suratıma vuruyor, en çirkin haliyle.
Metrodan indim, yolun karşısına geçmem gerekiyor. Her zaman olduğu gibi yaya için kırmızı ışık yanıyor ben ışıklara yanaşınca.
"Offf, lanet olsun, yine yetişemedim". Nereye acele ediyorsam?
Tam da kendi kendime söylenirken, yaşlı bir karı-koca karşı tarafta yolun sağına soluna bakıyor, araç yoğunluğunun olmadığı bir anda hızlıca karşıya geçmeye karar veriyorlar. Fakat, bu karar ve eylem anında, bu saniyelik süre içinde kadınla göz göze geliyorum. Arabalar hızlanıyor onlara doğru. Ben durumla eğlenirken içten içe (kötüyüm evet!), kadın mahçup oluyor, "hali vakti yerinde eğitimli bir kadın olarak bunu ben nasıl yaparım" diye geçiriyor aklından herhalde.
Bozuntuya vermeden, "Evet, aslında şu anda ne kadar yanlış yapıyoruz" diyor kocasına, gözlerime suçlu suçlu bakarak.


12 Mart 2012 Pazartesi

küçük sevimli yaratıklar.


Günlük koşturmanın içinde görmediğimiz, fark etmediğimiz, görmekten kaçındığımız, üzerine basıp geçtiğimiz minik canlılar vardır...

Zıplar, koşar, gülümser, türlü türlü şirinlikler yaparlar, fakat biz yine de fark etmeyiz...

Sağda solda, orada burada, bir ağacın dibinde, yol kenarında, lağım deliğinde, yere düşen sararmış yaprağın, yosun tutmuş taşın altında yaşar bu küçük sevimli yaratıklar... 

//"Minilogue-Animals", Kristofer Ström'um  karakter tasarımıyla yaptığı eğlenceli, renkli, sevimli bir video paylaşımı//.

"hiçbir şey hakkında".

Şu soğuk sevimsiz pazartesi gününde, "haftanın blogu" olmanın verdiği mutluluğu yaşıyorum :)
Teşekkürler Mia-Posta...
"Haftanın Blogu"
Hiçbir şey hakkında
12-03-2012
junk_mail.jpg
Oku oku "adam" ol dediler, büyüdüm, okudum ama ben "adam" olmayacağım diyor Nelin Dükkancı. Genel algının dışına çıkan tiyatro oyunlarını tanıtıyor bazen. Bazen de kafasına estiği gibi takılıyor. Şiir, gezip gördükleri ya da düşündüklerini yazıyor. "Zaman geçmiş. Junk Mail artık neredeyse iki yaşında. İnsanlar soruyor ne üzerine yazıyorsun diye. Net bir cevabım yok açıkçası. Sadece dilediğimce, özgürce, içimden gelen "hissiyatları" paylaşmaya çalışıyorum. Arada beni etkileyen müzik, film veya görmüş olduğum bir gösteri, etkinlik vb. üzerine de bir şeyler karalıyorum. Tek bir kişi bile olsa, yazdıklarımın birileri tarafından okunduğunu bilmek işin en keyif verici kısmı. Aslında, Junk Mail bir tepki olarak doğdu. Günümüzde o kadar çok film çekiliyor, dizi yapılıyor, kitap basılıyor, ilginç isimli dergiler çıkıyor bir de zaten internet aracılığıyla birçok bilgiye ulaşılabiliyor. Mesele, dünya bir göstergeler bütününden oluşuyorsa ve bu göstergelerin her birinin bir anlamı varsa, fakat artık birikim değil yığın haline gelen bilgilerden bahsediyorsak, o zaman pekala "hiçbir şey hakkında" olur her şey. " Kafayı doldurmak için önce herkesi bir kenara bırakıp kafayı boşaltmak lazım. Buyurun Nelin'in Junk Mail'e.


Haberin kaynağı: http://www.mia-posta.com/haftanin_blogu/

11 Mart 2012 Pazar

o zaman çocuktum...


Bir 8 Mart günü, yıl 1990...
o zaman çocuktum,
bir ana okul, Bulgaristan...
Oku oku "adam" ol dediler,
büyüdüm, okudum...

ama ben "adam" olmayacağım!...

8 Mart 2012 Perşembe

Bianet :: Sözlükte "Kadın"

Madem ki bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, o zaman dilimizin, kültürümüzün, geleneklerimiz yazılı kanıtı olan sözlükte bakalım "kadın" imgesi nasıl tanımlanıyor...

Sözlükte "Kadın"

Cinsiyetçilik sözlüklerde kendini hemen ele veriyor. Bakalım TDK'ya göre "kadın", "kız", "hatun", "bayan", "kadın olmak" ne demek?


Cinsiyet ayrımcılığı hayatın her alanında. Ne kadar "farkında" ve dikkatli olmaya çalışsak da, en koyu feminist bile konuşurken birden "ağğbiii" diyebiliyor.
Cinsiyetçiliğin bu denli içimize ve dilimize işlemiş olması üzerine düşünürken kısa bir tarama yapıldığında ortaya hem kızdıran hem güldüren bir tablo çıkıyor.
Yoruma gerek yok. Buyrun okuyun:

TDK Güncel Türkçe Sözlük'e göre

* Kadın
1. Erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen, erkek veya adam karşıtı:
2. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan.
3. Mecazi olarak hizmetçi bayan.
4. Eski dilde bayan.
* Kız
1. isim. Dişi çocuk
2. Üzerinde kadın resmi bulunan iskambil kâğıdı
3. ünlem. Dişi cinsten birine daha yaşlı biri tarafından kullanılan bir seslenme sözü
* Bayan
1. Kadınların ad veya soyadlarının önüne getirilen saygı sözü: Bayan İnci.
2. Kadın: Bir bayan geldi.
3. Eş, karı: "Süleyman Bolluk da bayanın sımsıkı koluna girmişti." -H. E. Adıvar.
4. ünlem. Kadınlara bir seslenme sözü: Bayan! Kimi aradınız?
* Hatun
1. Kadın: "Birdenbire uzun boylu, diri memeli bir hatun askerin önüne çıktı." -S. F. Abasıyanık.
2. Bayan, hanım: Emine hatun.
3. Eş, zevce: "Bizim hatun bir manifatura mağazasında tezgâhtardı." -N. Hikmet.
4. tarama. Yüksek makamdaki kadınlara ve hakan eşlerine verilen unvan: Bağdat hatun.

Deyimler

* Kadın olmak
1. Kızlığını yitirmek
2. Kadın kocasını, evini iyi yönetmek
* Kadının fendi, erkeği yendi
"Kadınlar kurnazlıkta erkeklerden üstündürler" anlamında kullanılan bir söz.
* Kadının yüzünün karası erkeğin elinin kınası
"Yolsuz ilişkiler kadınlar için hoş karşılanmadığı hâlde erkekler bu gibi ilişkilerden övünme payı çıkarırlar" anlamında kullanılan bir söz.
* Kız gibi
1. Kıza benzeyen
2. Utangaç
* Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (veya varır) ya zurnacıya
1. "Evlenme çağındaki kızı, büyükleri uyarmazlarsa uygun olmayan birisiyle evlenir" anlamında kullanılan bir söz
* Kızı kısrağı
1. Birinin ailesindeki kızlar ve kadınlar
* Karı kız milleti
1. isim. Kaba konuşmada. Toplumun dişi cinsten oluşan bölümünün tümü
* Kız kurusu
1. isim. alay yollu. Evlenmemiş yaşlı kız
* Naylon kız
1. isim. mecaz. Çağdaş, modern kız
2. Gerçekte olması gerektiği gibi davranmayan kız
* Kız memesi
1. halk dilinde, Greyfurt
2. Bir şeftali çeşidi

Haberin kaynağı: 
Bianet :: Sözlükte "Kadın" - Bianet

Ayrıca Bandista'nın kadınlar için hazırladığı şarkılar tavsiye olunur, "İsyan" ve "Olur/Olmaz" bu linkte:
Bianet :: Bandsista'dan Kadınlara Şarkılar - Bianet

22 Şubat 2012 Çarşamba

absürd oyunu nasıl alırdınız?


Geçtiğimiz sezon sahnelenmeye başlanan Absürd Tiyatro'nun önemli yazarlarından Harold Pinter'in "Doğum Günü Partisi" adlı oyununu Şubat ayında Kadıköy Haldun Taner sahnesinde izleme fırsatı buldum. 
 Aslında "absürd tiyatroyu" genel hatlarıyla özetlemek gerekirse, birçok absürd yazar (kendilerini öyle nitelemeseler de) farklı anlatım biçimleriyle insanın bu koca evrende yalnız olduğunu anlatırlar, çünkü ne kendisi ne de başkalarıyla iletişim kuramaz, ya da kurmayı tercih etmez. Zaten ona göre iletişim kurmak, konuşmak tehlikelidir. İnsan adeta gökyüzünden fırlatılmış ve bu dünyaya hapsolmuştur. Bu türün temsilcileri oyun kişilerini genellikle tek bir mekana hapsederler, "içerideliker" ve "dışarıdakiler" vardır. İnsan bedeni ve ruhu bu kapalı mekanda sıkışıp kalmıştır. Zaten çıkmak istemez, dışarısı tehlikelidir, tekinsizdir. Orada sıkışıp kalmış olsa bile o odada, o mekanda güvendedir. Bir süre sonra bu kişiler kendilerine yabancılaşırlar, sözlerin, ilişkilerin, yaşamanın, ölümün hiçbir önemi yoktur artık. İçeridekiler ile dışarıdakiler arasında sürüp giden bu savaş sonuçsuzdur, oyunlar hep bu kısır döngü içinde sürüp gider.Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Jean Genet, Arthur Adamov'da olduğu gibi, Harold Pinter da oyunlarında işte bu kısır döngüyü, bu var olma ritüelini anlatır. 

"Doğum Günü Partisi"nde, Stanley Weber bu haspolmuşluğu ve çıkışsızlığı en uç noktada yaşayan karakter olarak Meg'in "korunaklı" pansiyonuna sığınmıştır. Nedeni anlaşılmaz bir korkuyla, Meg'in anaç tavrını kalkan olarak kullanır. Meg, Stanley'yi dış dünyadan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı koruyacak tek kişidir. Stanley'nin endişeli hali, sürekli gelen giden var mı diye sorması boşa çıkmaz ve  iki "insan avcısı" çıkagelir, Goldberg ve McCaan. Tehlikenin farkında olmayan "iyi kalpli" Meg, Stanley'ye sürpriz doğum günü partisi hazırlar, asıl doğum günün o gün olmamasına rağmen. Goldberg, McCaan ve işveli komşu Lulu davetliler arasındadır. Meg, eski bir piyanist olan Stanley'i geçmiş görkemini hatırlatacak bir hediye alır: oyuncak bir trampet. Bu çılgın partide tek eğlenmeyen kişi "doğum günü çocuğu" Stanley'dir. Körebe oynanırken, gözleri bağlı olan Stanley birden trampetin üzerine basar, kırar. Bu anda, korunaklı yuvasına zarar verdiğini ve her şeyin sona erdiğini düşünen Stanley, Meg'i boğmaya, Lulu'ya tecavüz etmeye çalışır. Aslında kendisine kalkan olarak seçtiği bu "egemen güçler"den kurtulduğunu sanır. Çünkü çok güvendiği Meg onu baş düşmanlarına karşı korumamıştır. Lulu'nun cinselliği ise onu korkutmaktadır. Ayrıca onu etrafa karşı "uyanık" tutan bir diğer güç simgesi gözlüğü de kırılmıştır. Şimdi Stanley tamamen güçsüzdür ve çaresizce "insan avcılarına" teslim olur, Meg de onu korumamıştır. Hatta olup bitenden habersizce günlük hayatına devam eder. Egemenliğini erkekler üzerinde oluşturan Meg, Stanley'nin boşluğunu bu sefer sessiz ve sadık kocası Petey ile telafi edecektir...

İBB Şehir Tiyatrosu'nun internet sitesinde "Doğum Günü Partisi" şöyle tanıtılmış: "Nobel ödüllü Harold Pinter'ın başyapıtı, hem eğlence hem gerilim dolu bir oyun. Bir sahil kasabasında yaşayan karıkoca ve pansiyonlarının tek müşterisi olan bir genç adam. Dışarıdan gelen iki adam ve orada yaşayan bir genç kız. O gün doğum günü olmayan genç adam için bir doğum günü partisi düzenlerler. Ve korkunç eğlence başlar."
Bir televizyon programında ise yönetmen oyunu komedi olarak yorumlamayı tercih ettiğini söylüyor ve metnin zaten her şeyi anlattığından bahsediyordu. Absürd metinler yönetmene boş alanlar bırakmasa da klasikleşmiş bir çağdaş oyunun mutlaka yeni bir yorumu olmalıdır. Yorum derken, oyunu komedi olarak yorumlamaktan bahsetmiyorum. Yönetmenin tercihi komediyse, açıkçası sahnede komediye dair çok az şey vardı. Ya da seyirciyi güldürecek ögeler de çok anlaşılmadı demek daha doğru olacak. Oyun metninde sessizlik anları bir zil sesiyle verildi, fakat o da anlaşılmadı. Kişilerin absürd duruma düştükleri anlar, donukluğun, sessizliğin çok önemli olduğu anlar da havada kaldı; sahne değişimleri hiçbir şeyi ifade etmedi. Genel olarak bakıldığında seyirciler neden bu oyuna 2 saatten fazla bir süre harcadıklarını sorguladılar sadece. Stanley'nin neden korku içinde olduğu, bir pansiyona, bir kadına sığındığı, daha sonra çaresizce güvendiği kadın imgesinden neden vazgeçtiği hiçbir şey ifade etmedi. Sonuç olarak Harol Pinter'in "Doğum Günü Partisi" adlı oyunuyla söylemek istediği anlaşılmadı. "Korkunç eğlence", seyircinin genelinde sıkıcı bir oyun olarak sonuçlandı.

Absürd tiyatroda metin zaten belli bir rejiyle yazılır, asıl iş oyuncuya düşer. Bu açıdan, oyunun yönetmeni de olan Yıldıray Şahinler kilit karakter Stanley'nin çıkışsızlığını, çaresizliğini tam olarak yansıtamıyor. "Büyük" olayların önemini yitirdiği oyunda küçük nesnelerle yapılan oyunlar önem kazındığı için, oyuncak trampet ve gözlük gibi objelerle yapılan tekrarlar veya söz oyunları bir şey ifade etmemeye başlıyor. Julide Kural sahne üzerinde Harol Pinter oyununda oynamanın mutluluğunu yaşıyor gibi; Meg'i oynarkenki heyecanı seyirciye de geçiyor. Goldberg'i canlandıran Cem Davran başarılı bir karatker oluşturuyor, fakat oyunun temposunun düştüğünü hissettiği anlarda aşırı göstermeci oynuyor. Mert Tanık'ı ise ayrı tebrik etmek gerek, izlenmesi keyif veren bir McCaan karakteri yaratmış ve oyunun başından sonuna kadar absürd oyunculuğa yaraşır bir performans sergiliyor. İşveli komşu kızı Lulu'yu canlandıran Özge Borak ve Petey'i oynayan Bahtiyar Engin sanki bu oyunda bulunmaktan dolayı mutsuz bir halleri varmış gibi oynuyorlar.
Her oyunda sahne tasarımı yapan Barış Dinçel'in bu seferki asimetrik ve gereğinden kalabalık tasarımı, oyunu bir bulvar komedisiymiş gibi gösteriyor. Aynı şekilde, müzik ve efekt tasarımının çok etkili olduğu söylenemez. Işığın kapatıldığı anda fenerle yapılan ışık oyunları oyuna bir tempo katıyor, seyirciyi eğlendiriyor.

Açıkçası bu oyunu izlemeyi yazarından dolayı tercih etmiştim. Absürd Tiyatro'nun önemli temsilcileri arasında adı geçen Harold Pinter politik duruşuyla da bilinen bir yazar, senarist, bir tiyatro adamıydı ve Türkiye'de çok az oyunu sahnelendi.
Fakat oyun hakkında bir şeyler yazmaya yönelten durum özellikle seyircilerin oyun esnasındaki tutumu oldu. Çok sıkıldıkları her hallerinden belliydi.  Daha sonra birçok internet sitesinde okuduğum yorumlar da bu görüşü haklı çıkarıyordu, hiçbir şey anlamamışlardı!
Asıl soru şu, bir zamanlar geleneksel yapıları yıkan absürd oyunların günümüzde seyirci gözünde hala aynı geçerliği var mı? Ya da, Absürd Tiyatro oyunlarını sahnelemeyi, oynamayı ve seyretmeyi başarıyor muyuz? 

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yazar: Harold Pinter
Çeviren: Memet Fuat
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
Müzik: Selimcan Yalçın ve Barış Manisa
Işık Tasarımı: Murat Selçuk
Efekt Tasarımı: Ersin Aşar
Yönetmen: Yıldıray Şahinler
Oyuncular:
Cem Davran, Jülide Kural, Yıldıray Şahinler, Mert Tanık, Özge Borak, Bahtiyar Engin

2 perde/2 s. 10 dk.
İstanbul Şehir Tiyatrosu 2011-2012 sezonu

21 Şubat 2012 Salı

adsız belge.

 Boşluk
...
Derin sessizliğime geri döneceğim
Başka yolu yok var olmanın
Aman ne var oluş
Zoraki yaşama
Nereye kadar?
....

Sanki çok harika bir cümle çıkaracakmışız gibi niye ıkınıyoruz boşu boşuna
...

Benden bir cacık olmaz
Onların da yaptırmak istedikleri buydu işte
Bu yüzden
Derin sessizlik
Ve
Direniş
...
Kime karşı
Ne için
Kim için
Neden
?
Bu sebeple
Derin sessizlik

Bitti…

(Not:"Hava güneşli, ya içimizdekiler de güneşli mi?...değil bazen" hissiyatı...) 

20 Şubat 2012 Pazartesi

iç ses.

Pekala, siz, bir kadın ve bir erkeksiniz!Bu oyunun içinde olmamanız imkansız, kendi ilişkisinizi burada olup bitenlerin dışında tutamazsınız. Çünkü siz de birer modern "Adem ile Havva"sınız".
"İç Ses"inize kulak verin ve bu oyunu seyredin derim.
Dikkat: bu oyunda sadece düşünceler ve iç sesler konuşur!

“Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı ve kutsadı. Ve yaratıldıkları gün onlara "İnsan" adını verdi.”
-Eski Ahit-

"Havva iç ses: Haksızım, tabii. Zaten her şeyin suçlusu benim ona göre. Ne yapsam hata, ne yapsam yanlış.
Adem iç ses: Haksız. Tamamen haksız. Haksız olduğunu biliyor"

-İç Ses-



Metin ve Reji: Jale Karabekir
Hareket: Esra Çizmeci
Müzik: Murat Hasarı
Kostüm: Kübra Erişir
Işık: Efe Sümer
Grafik: Bülent Kuzu
Ses: Burcu Hayal
Oyuncular: Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı
İç Sesler: Sema Mağara ve Serhan Süsler
Diğer Sesler: Tilbe Saran ve Kaya Akarsu ve Pınar Oğuz

21/28 Şubat ve 6/13/20/27 Mart 2012 SALI SAAT 20:30 CİHANGİR/SAHNE
Taktaki yokusu, 2/B Cihangir (Firüzağa kahve arkası, Ağa Bilardo yanı)

 Biletlerinizi www.mybilet.com'dan temin edebilir ya da 0212 245 21 09'dan rezervasyon yaptırabilirsiniz.

16 Şubat 2012 Perşembe

"camadımlar"

"Cam Adımlar", hareket üzerine, hareketin kırılganlığı üzerine, kırılgan an'ın tükenişi üzerine, kaçan/kovalayan üzerine, beden-yer çekimi üzerine, her "adımı" takip ederken içimde bir şeylerin parçalanıp gittiğini hissettiğim harika bir performans. Orada, o belirsiz zaman-mekanda, o tedirginliği yaşamak gerekir.

"Cam Adımlar" nedir? kaçan adamın kırılgan adımları üzerine bir dans tiyatrosu işi olarak okunabilir. Tam anlamıyla eline aldığı her şeyin kırıldığını; kendini yüzyıllarca adamaya alıştığı, neredeyse tüm değer yargılarının; giderek kıyamete, yıkıma yanaşan dünyayı çözümlemekte yetersiz kaldığını; inanmakta giderek zorlandığını anladığı, bir "mekan-zaman" da geçer. Bu "mekan-zaman" ne kadar belirsiz gözükse de, esasında giderek yaklaştığımız o büyük çözülme, büyük parçalanma zamanıdır veya insanoğlunun sınırsız taleplerinin sınırlı dünya kaynaklarına yetmeyeceğini anladığı, yani "yaratıldığı" ilk günden beri yaşanılan tüm zamanlardır. İşi oluşturan ana soru ise şudur: Peki yine de bu kadar kırılgan ve aynı anda yaralayıcı iken elimizi attığımız her şey, niye elimizi uzatırız inatla bir başkasının eline? Hangi noktada, kesişen "kırılgan" adımlar beraber yürünen ve yüründükçe sağlamlaşan ortak bir "zemin" e dönüşebilir? Ya da dönüşebilir mi?



Koreografi: İlyas Odman
Müzik: Erdem Helvacıoğlu
Işık: Yüksel Aymaz
Dansçılar: İlyas Odman, Çağlar Yiğitoğulları

tek perde/50dk.

20 Şubat 2012, 20.30, Salon İKSV


http://www.saloniksv.com/tr/etkinlik/64/cam-adimlar

13 Şubat 2012 Pazartesi

bu bir eleştiri değildir. olsa da olur fakat.

Son yıllarda, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir değişim olduğu gözlemleniyor. Belki de değişen yönetimin bunda etkisi büyüktür. Değişimler iyi yönde gibi görünüyor, ama "memur zihniyetinden hallice"nin ötesine geçemiyor. Belli ki teknik konularda İBB yeterince kaynak ayırıyor, büyük sahneler, devasa konstrüksiyonlar, dekorlar, kostümler vs. Oyunculuklar, rejiye rağmen, gayet iyi. Oyun repertuarı eh işte, ama şu anda bir ivme yakalamışlar gibi. Ama "büyük laflar" eden oyunlardan sıkılmadık mı artık? Kişisel eleştirim ise her daim rejinin zayıf olması yönünde, hatta bu kurumda böyle bir kavramın var olmadığını düşünerek çok ileri gitmek istiyorum. Dramaturjiden bahsetmek bile istemiyorum, raflarda tozlanan kağıt yığınlarından öteye gidemiyorlar çünkü. Dramaturji kadrosunda çalışan arkadaşlarımız oyunculuktan gelen "yönetmenlerin" egosu altında ezilip kalıyorlar. Durum budur.

Gelelim meseleye. Sürekli bir takım oyunların temcit pilavı gibi önümüze sürülmesinden dolayı, İstanbul Şehir Tiyatroları'na gitmiyordum. (Kişisel tercihimdir, belli bir göz zevkim olduğundandır). 2011-2012 sezonunda seçilen oyunlara göz attım, hoşuma giden çalışmalar oldu. Yine tekrarlar, yine aynı reji mantığı, yine aynı zihniyet devam ediyor ama Genç Tiyatro ekibinden "Mutfak Söyleşileri" adlı bir oyun izlemek beni çok mutlu etti. Fakat, bu oyuna şu an değinmeyeceğim, zire söylemek istediklerim ve düşündüklerim şu yazıda gayet mevcut: http://bianet.org/bianet/sanat/134672-mutfak-soylesileri

İBB Şehir Tiyatroları, çağdaş Bulgar yazarlarından Stranislav Stratiev'in "Otobüs" adlı oyununu Ocak ayında sahnelenmeye başladı. Oyun Şubat ayı içinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinde sahneleniyor.
Stanislav Stratiev, toplumsal taşlamalar yazan, ülkesindeki politik değişimi ti'ye alan Bulgar tiyatrosu açısından çok önemli bir yazar. Halen "Otobüs" ve diğer oyunları Bulgar sahnelerinde oyunanmaktadır.

Olay bir otobüsün içinde olup bitiyor. Dokuz farklı tipte yolcu bir akşam evlerine gitmek üzere bu otobüse biniyorlar. Fakat bu otobüs onları bilmedikleri bir yöne doğru "sürüklüyor". Yoldan saptıklarını fark ederek paniğe kapılan yolcular, onları varmak istediklere yere götürmesi için şoförü ikna etmeye çalışıyorlar. Şoförle konuşmak yasak olmasına rağmen, kurtulmak adına ölümü bile göze alıyorlar. Şoför ise gittiği yolda onlara hiçbir zaman "doğru" yanıtı vermiyor, her daha fazlasını talep ediyor. Aslında bu otobüs bir ülkenin fotoğrafı gibi. Akıllı, kadın, erkek, delikanlı, genç kız, uyuz, huysuz, köylü ve virtüöz bu ülkenin farklı toplumsal statülerden gelen halkı, şoför ise onları yönetenleri temsil ediyor. İşte bu "Otobüs", yönetenlerin halkın gözünü boyamak için ne tür oyunlar oynadıklarını, bilinçlerin nasıl yok edildiğini, susturulduğunu ve sindirildiğini gözler önüne seriyor. Fakat oyun yaşanan olumsuzlukların, gidişatın sorumluluğunu sadece yönetene yüklemiyor toplumunda bunda bir payı olduğunu söylüyor.

Dolayısıyla, bir ülkede değişen rejim toplumda rastladığımız dokuz farklı karakter üzerinden eleştirel bir dille anlatılıyor. Yazar kendi ülkesindeki toplumsal ve siyasal değişimi sarkastik bir dille ortaya koyarken, aslında dünyanın neresinde olursa olsun, toplumlar hangi zihniyetle yönetilirse yönetilsin "ezen/ezilen", "yöneten/yönetilen", "güçlü/zayıf", "kadın/erkek","bana ne"ciler, "kraldan çok kralcılar" değişmiyor. Sistemler, kurgular, olaylar, kişiler hep aynı kalıyor. Değişen tek şey teknolojik aletler oluyor. Oyun, bu kısır döngünün içine hapsolduğumuzu gösteriyor. Çıkmak istemek kişilerin elinde değil ama çıkış tercih edilebilir bir durum yine de. Bu düzenden kurtulmak istemiyorsanız, bu düzende kalırsınız.

Oyunun çok boyutluluğuna rağmen, yönetiminin tam aksine kakafonik olduğunu söylemek gerekir. Oyunun başından sonuna kadar reji anlamsız tekrarlarla dolu, hatta bir noktadan sonra yorucu hale geliyor. Künyede bahsedilen koreografi sahne üzerinde pek işlemiyor, anlanmısz hareketler rejinin kakafonisine eşlik ediyor. Oyun başında kargaşa niteliğindeki oyunculuklar, ikinci perdede rayına oturuyor. Dekor sade ve kullanışlı. Müzikler keyifli, fakat bazen üst üste geliyorlar ve kulak tırmalayıcı oluyor. Oyunda yenilik adına çok iyi işleyen tek şey, Homur Mizah grubu tarafından çizilen, üç perdeye slayt şeklinde yansıtılan karikatürler. Sanırım ilk defa tiyatroda karikatür bu denli başarılı kullanılıyor, hatta bu bir ilk de olabilir, başka örneği aklıma gelmiyor.Ancak teknik olarak bakıldığında, bu karikatürler zaman zaman yorucu olabiliyor. Oyunu seyredeyim derken karikatürleri kaçırıyorsunuz; tam tersine karikatürleri izlerken bu sefer oyunu izleyemiyorsunuz. Ayrıca slaytlar iyi görünsün diye ışık üzerinde çok çalışılmamış, oyunculara yeterince ışık verilmiyor.

Oyunun konusu gereği, izlerken "nasıl olmuş da bu oyuna izin vermişler" dediğim anlar çok oldu. Projeksiyonla yansıtılan karikatürler, Türkiye'nin de bir zamanlar yaşamış olduğu baskıcı belleğini resmediyor, politik imajlar rahatlıkla gösteriliyor, oyuncular tarafından siyasi işaretler "kaçınılmadan" yapılıyor. Ancak, her şeyi "rahatlıkla, özgürce"konuşabiliyor olmamız, sorunları aştık ifade özgürlüğü mertbesine ulaştık anlamına gelmez. Oyunu sahneleyen yapıya, söyletene,"ileri demokrasi"yi getirdik diyenlerin zihniyetine bakmak lazım diye düşünüyorum.

-------------------------

"Otobüs"

Yazan: Stanislav Stratiev
Çeviren Cahangir Novruzov
Yöneten: Arif Akkaya
Oyuncular: Ahmet Özarslan, Barış Çağatay Çakıroğlu, Berrin Akdeniz Kortidis, Burak Davutoğlu, Can Ertuğrul, Elyesa Çağlar Evkaya, Ergun Üğlü, Fahri Kıncır, İrem Erkaya, Mert Aykul, Mert Turak





10 Şubat 2012 Cuma

yemekte üç kişi.

Bir akşam.
Bir evde iki oda bir salon bir mutfak. Mutfakta bir masa. Masa duvara dayalı.
Üç sandalye. İkisi yanyana, diğeri yalnız. Yemekte üç kişi. Biri erkek, ikisi kadın.
-"Yemek hazır!" komutu duyulur.Yemekler hızlıca servis edilir. Herkes tabağına bakar.
Kimse diğerinin yüzüne bakmaz. Çatal bıçak kaşık sesleri. (sessizlik).
Konuşulur. Bir kaç kelime, cümle duyulur. (Kelimeler arası sessizlik).
-"Günün nasıl geçti"... Kilit an...
Kimse diğerinin ne konuştuğunu dinlemez, duymaz, işitmez. Üç kişi, üç farklı ses. Üç kişi kendine konuşur, kendiyle konuşur, kendi kendine konuşur.
-"Bugün pencereme bir güvercin kondu". (sessislik).-"Ona ekmek verdim"... (sessizlik).
Paralel anlarda... Masanın yalnız tarafındaki kişi konuşur. Kelimeler havada kalır.
-"Biraz daha alır mısın?"...
-"Hayır!"
-"Bence sen de daha fazla yeme!" (gergin sessizlik).
-"Ben doydum. Size afiyet olsun!"
Çatal bıçak kaşık tabak sesleri. Sandalye sesi. Biri mutfaktan çıkar. Diğer iki kişi kalır.
Masanın yalnız tarafındaki kişi geçmişi anlatır. Anlatmak ister. Tek dinleyicisi kalkar, mutfaktan çıkar. Sandalye sesi. Kapı sesi.
En son kişi de çıkar...Kapı açılır, kapanır.
Geriye yalnız bir masa, üç boş sandalye ve bir kaç bulaşık kalır...

2 Şubat 2012 Perşembe

Çekirgeler.


Bir gün, bir çekirge başka bir çekirge ile karşılaşmış.
İlkine birinci çekirge desek, karşısındakine de ikinci çekirge desek olur.
Şöyle olmuş,
Birincisi sıçramış, öteki de ona doğru sıçramış. İkinci biraz daha sıçramış, diğeri de biraz sıçramış.
İşte, sıçrayıp sıçrayıp durmuşlar.
Sonra, birinci çekirge ikinci çekirgeye aşık olmuş/İkinci çekirge birinci çekirgeye aşık olmuş.
(Aslında sıralama da önemli değilmiş.)

Zaman bu ya, geçivermiş. Bir gün, ikinci çekirge birinci çekirgeye....

İşte hikaye böyle devam etmiş.

Birinden biri mutlaka gerçekleşmesi zor bir istekte bulunmuş, diğeri de yerine getirememiş, kavga etmişlermiş. Kim bilirmiş. Zaten, ne önemi varmış ki.
Söylentiye göre, bir insan cinsi üzerlerine kaynar su dökene kadar bu iki çekirge kahramanımız sonsuza kadar mutlu mesut sıçramışlarmış...

19 Ocak 2012 Perşembe

"Kendine zaman ayırma" zamanı.

"Kendine zaman ayırma" zamanımdan çalarak, Yekta Kopan'ın son kitabı "Kediler Güzel Uyanır"dan (Can Yayınları) bir alıntı yapmak geldi içimden. Bazen, hoşunuza giden bir söz, bir yazı, bir öykü, bir kitap, bir şarkı iliştirmek istersiniz bir köşeye. İşte öyle: 


"Aşk mı ? O da ne?

Beklenmediğin bir an'da , bir kitapla yaşadığın şaşırtıcı buluşma. Kütüphanede, rafta, çalışma masanda öylece durmakta, seni beklediğini bilmeden; zaten sen de farkında değilsin yaşanacakların. Karşılaşıyorsunuz. O senden daha cesur, sınırları yok. Sonrası kendiliğinden geliyor. Mutlusunuz. Hepsi bu. "  

s.33

11 Ocak 2012 Çarşamba

Alıntılar.

"Büyüdün koca kadın oldun,,, ufak
üzüntüleri geride bıraktın. şimdi ufak
saydığın üzüntüler ne çok acıtmış
seni,,, onları nasıl da yendin,,, uzun yıllar
farkında olmadığın karamsarlığın,
varlığın toplumsala dönüşmüş
amorf haliyle yıllarca uğraştığın, varlık
eriyiğin içinde yeniden canlandı,,, sanki
o eski günleri hiç yaşamamış gibi 
bakacaksınız birbirinize zeyyat'la bugün,,,"





(s.155)

1 Ocak 2012 Pazar

video: Doug Aitken - "Migration Installation"


kutu.

Kutuya biraz "The Tree of Life" koydum,
biraz Kiekegaard ekledim,
az da Bedrich Smetena "Ma Vlast Moldau" kattım,
Kırmızı şarap ile lezettini arttırdım varlığımın, ımm mis.
Var olmanın dayanılmaz hafifliğine ulaştım,
Ben ben olmaktan çıktım, metafizik alemine doğru yola koyuldum.