22 Kasım 2011 Salı

"Kediler Güzel Uyanır"- Yekta Kopan

yekta kopan’dan sevginin, sevişmenin, öfkenin, kargaşanın, cümbüşün öyküleri

Bir de Baktım Yoksun adlı kitabıyla birkaç ödül alan Yekta Kopan’ın Kediler Güzel Uyanır adlı kitabı çıktı.Onu bir popüler kültür şahsiyeti olarak tanıyanlar var ama Yekta Kopan her şeyden önce iyi bir edebiyatçı, dahası çok önemli bir öykücüdür. Kopan, onunla röportajımızda, bir edebiyatçı olarak yapmak istediklerini şöyle anlattı: “Uzun sürmesini istediğim bir yazın yolculuğunda, haritasını benim çizdiğim bir coğrafyada, rotayı kendim belirleyerek yürümek istiyorum, hepsi bu…”
Önceki kitabınız Bir de Baktım Yoksun, İyi Uykular adlı öyküyle bitiyordu. İyi Uykular, kaybettiğiniz babanıza yazdığınız bir mektuptu. Şimdi Kediler Güzel Uyanır adlı yeni kitabınız var elimde… Bu uyumak-uyanmak meselesi iki kitap arasındaki bir organik bağa mı işaret ediyor?
Yazma aşamasında benim de fark etmediğim bir süreklilik durumuyla yüzleşmiş oldum bu soruyla. Uyumak-uyanmak, aslında sadece bu iki kitapta değil, genel olarak yazıyla ve ne yalan söyleyeyim, hayatla ilişkimde baskındır. ‘Kediler Güzel Uyanır’daki çoğu izlek, önceki kitaplarımın ve elbette ‘Bir de Baktım Yoksun’un izlekleriyle kesişiyor, örtüşüyor. Ama bu kez, büyük resimden çok resmin içindeki detaylara yoğunlaşmaya çalıştığım gibi, o izleklerin de bizdeki izdüşümlerine, an’larına yoğunlaşmaya çalıştım.
Uyku hayatımızın nasıl bir zamanına işaret eder? Onu hayatımızın diğer deneyimlerden ayıran şey nedir?
Bilimsel bir cevap veremem. Sadece uykunun bendeki karşılığını söyleyebilirim; Genel olarak geceleri çalışan bir insanım. Öncelikle bu nedenle uyku saatlerim azdır. Ama yıllar geçtikçe uykuyla ilişkim sadece çalışmaktan öte bir yere evrildi. Çoğu gece derin uykusuzluklar çekiyorum. Üstelik bunu bir sıkıntı olarak yaşamamayı da öğrendim; üretim sürecimin bir parçası haline geldi uykusuzluk. Neredeyse eski öykülerimden ‘Yayınlanmamış Bir Söyleşi’nin uyur-yazar karakterine dönüştüm. Uyuyabildiğim anlardaysa, bir bütün günün ve üretim sürecinin bir özetini yaşıyorum. Uyku, yaşamdan bana kalanlarla yüzleşmek için cesaretle girmem gereken bir alan yani.
Siz de rüyalar sayesinde ayakta duranlardan mısınız? Yoksa zaten hepimiz farkında olsak da olmasak da öyle miyiz?
Rüyaların yaratıcılık üstünde önemli bir etkisi olduğuna inanırım. Zaman içinde sadece yaratıcılıkla ilgisi değil, kendimizi anlayabilmemiz konusundaki verileriyle de üstünde düşündüğüm bir alan oldu. Rüyalarıyla samimiyetle yüzleşebilmelidir insan. “Ben hiç rüya görmem,” diyen insan da bunu sorgulamalı, düşünmelidir. Doğrudan bir ilişkiden söz edebilirim kendim için; ben yazdıklarımla ayakta duruyorum ve hayatımdaki diğer pek çok alan gibi rüyalarımın alanı da bu yazılara kaynaklık ediyor. Aslında bu sorunun doğrudan cevabı ‘Kediler Güzel Uyanır’daki ‘Beş Duyu’ öyküsünde.
“Ve ben ‘anlar’daki yerimi bile koruyamıyorum…” Yaşadığınız, tanık olduğunuz an’ları kaydetmenin bir şekli olarak mı yazdınız bu öyküleri? Onlarda deneyim mi baskın, hayal gücü mü?
Yazarken deneyimlerim, hayal gücüm diye bir ayrım yapmam. Bu ikisi arasında bir denge kurmaya da çalışmam. Hatta yazma eyleminin bir noktasından sonra cümlelerimin hangisinin deneyimden, hangisinin hayal gücünden geldiğini bilmem. Çünkü bilirim ki, hayal gücümün kaynağında deneyimlerim ve deneyimlerimin kaynağında da hayal gücüm vardır. Gerçek hayatı, kurmaca bir evrene dönüştürürken, beni ben yapan her şey devreye girer. Gayet iyi hatırladığım mutlulukla, nedenini bilmediğim korkular, kaynağımı yıllardır aradığım tedirginlikler, kahkahalar, bilgiler, bilgisizlikler… Yazdıklarımın hepsiyim ve henüz hiçbiri değilim.
İçinde ölü bir yazar var son öyküdeki anlatıcının. Sizin içinizde de ara sıra belirir mi o ölü yazar, demek istediğim yazamadığınız, yazmak için kendinizle mücadele etmeniz gereken dönemler var mıdır? Bu dönemlerin sonunda ne olur?
Belirmez mi? Nasıl da sıkıntılı zamanlardan geçer insan bazen. Günlerce defterin başında elimde kalem boş boş otururum. Hatta suçu kaleme atarım kimi zaman, “Öbür dolma kalemi alsaydım elime, akar giderdi cümleler,”derim. Alırım başka bir kalem ama faydası olmaz. Zihnimi açan kitaplara sığınırım. Bir tablonun karşısında otururum dakikalarca. Bir müzik parçasından medet umarım. Daha neler neler… Ama yıllar içinde şunu da anladım; o sürecin önemli bir katkısı var o anda yazmakta olduğum metne. Yazdıklarımla arama bir mesafe koyabilmemi sağlıyor bu sıkıntılar. Yazdığım bir satıra koşulsuz inanma zaafını alıyor benden. Metinle soğukkanlı bir ilişki kurmak, öylesi dönemlerin güzelliği olarak kalıyor bana.
Sizin çalışma masanızın çekmecesinde neler gizli? Cennetkuşu mu, cehennemin sazlı sözlü cümbüşü mü yahut başka bir şey mi, bize söyleyeceğiniz kadarını anlatır mısınız?
En çok defterler ve kalemler var. İçinde her tür kuşun, karmaşanın, öfkenin, sevginin, sevişmenin, cümbüşün, duygunun yazılı olduğu defterler. Arada bir defterlerimi imha edeyim diye düşünüyorum; sayfalarını karıştırdığımda o duygu yükü ağır geliyor. Sonra geçmişin bir duygusuyla yüzleşmek iyi geliyor vazgeçiyorum imha fikrinden. Geçenlerde Murat Gülsoy’a “Ben öldükten sonra, bu defterlerle çok uğraşma, at çöpe gitsin,” dedim. Gülüştük.
Hayır adlı öykünüz kelimelerden, tek kelimelik cümlelerden oluşuyor. Okurken tek bir kelimenin bile ne kadar etkili olabileceğini bir kez daha idrak ediyor insan. Kelimelere anlam kazandıran, ruh kazandıran nedir?
Okurun algısı. Okurun zihninde bütünleyebilme yeteneği. Ben okura çok güvenen bir yazarım. İyi okurun, metne girebilmek için elinden geleni yapacağına inanırım. Aynı şekilde bir kitabı, bir metni sevmediyse de, kaldırıp atabilmesini isterim. O kadar çok konuşuyoruz ki bazen, hele ben günlük hayatımda o kadar gevezeyim ki, yazarken azalmak istiyorum. O azalmanın okurun algısında yeniden çoğalacağına inanıyorum çünkü. ‘Hayır!’ bu kitabın en konuşkan öyküsüdür belki. Her okurun algısında farklı bir bütüne ulaşabilecek kadar konuşkan.
Kendimi yazdıklarımda değil okuduklarımda arıyorum
Bir kitabı tamamladığınızda ne hissediyorsunuz, ondan ayrılıyor musunuz, yoksa kurtuluyor musunuz?
Büyük bir boşluk. Bu duyguyu anlatmak gerçekten kolay değil. Ama kurtulmak olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Yıllar içinde sıklıkla karşılaşacağımı bildiğim bir dostla yaşadığım kısa süreli ayrılıklar belki de.
Yazarken kendinize dair neler keşfediyorsunuz? Yazdığınız bir öyküde ya da romanınızda doğrudan kendinizi gördüğünüzde, hissettiğiniz şey ne oluyor? Nasıl bir ayna oluyor size o?
Ben hayatı ve kendimi anlayabilmek için yazıyorum. Ama eğer ayna metaforunu kullanacaksak, o aynayı kendimden çok okura çevirmeyi seviyorum. Doğrudan kendimi aramam hiçbir satırda. Eğer kendimi arayacaksam, yazdıklarımda değil okuduklarımda aramayı tercih ederim. Aslında iyi okur dediğimiz her okur için böyle değil midir? Siz de kendinizi okuduklarınızda aramıyor musunuz? Okumak bu yüzden de vazgeçilmez güzellikte bir eylem değil mi?
Gülenay Börekçi

20 Kasım 2011 Pazar