24 Ekim 2011 Pazartesi

Zaman

Zaman,

Yaşam ve Ölüm arasındaki ince çizgi...

Ya da,

Bir saniye önce vardın, bir saniye sonra yoksun...


22 Ekim 2011 Cumartesi

Öz Düzenleme Kapasitesi

Türkiye, yeteneksizsin ve artık bunu kabul etmen lazım.

Acilen!

Bu ülkede herkes şarkı söylemek konusunda yetenekli olacak diye bir şey yok. Ayrıca sesin çok kötü bunu kabul et.
(Şarkı söylemek derken temsili olarak tabi ki.)

Acilen farkına varalım, herkes her işi yapacak diye bir şey yok. Ha tabi, ama çevre engellerse yeteneğimi fark edememiş olurum ve bu dünyada heba olurum diyeceksin. Hayır böyle bir şey olamaz. Tabi ki kişisel gelişim önemlidir, ya da istekler arzular doğrultusunda eğitimini alırsın kendini tatmin edersin ama bana Einstein örneğiyle gelme, çünkü ikisi çok farklı konular. Misal, kendi adıma, ben fizik konusunda hiç iyi değilim, bir türlü de kafam basmıyor. Ben kendimden yeni bir fizik kuralı keşfetmeyi beklemiyorum.Ya da, oyuncu olmak istiyorsun, eğitimlere gittin, oyuncu koçu tuttun, atölyelere katıldın vs, ama içinden o duygu çıkmıyorsa, zorlama, bu isteğini ilgili konuyla bağdaştırabileceğin işler yap. Kendi zamanını boşa harcama. Vesaire...

Sağlıklı birey olabilmek için bir çok madde sayılabilir, bunlardan biri de kendini düzenleme kapasitesidir.
İlla muhteşem olacağız diye bir şey de yok. Hangi konuya eğilimiziz olduğunu iyi tahlil etmeliyiz ve o doğrultuda ilerlemeliyiz. Farkındalık önemli.

Tabi çok boyutlu bir mesele. Buna kişinin sosyo-ekonomik durumu da dahildir, ailede aldığı terbiye de. Belki en önemlisi, son zamanlarda medyadır. TVde gördüğünüz her "meşhur" kişi "başarılı" veya "yetenekli" değildir. Karıştırmamak lazım. 

Herkes her işi yapmasın bu ülkede!

Farkındalık önemli diyorum.

18 Ekim 2011 Salı

Öz.

Az sonra, çok az bir zaman sonra kendime dair çok kişisel ve özel ve de bir o kadar da enteresan bir bilgi paylaşacağım.

Bir kaç dakika önce annemden aldığım bir bilgiye göre bu dünyaya ters pozisyonda gelmeyi tercih etmişim. Yani bir bebeğin "normal" olarak ilk önce başı çıkması gerekirken, tam tersine popusun görülmesi olarak da ifade edebilirim herhalde. Popodan doğru doğmuşum kısacası. (Bu arada insanları imgelem gücü kendine özgüdür, o yüzden bir şey demiyorum!).

Bir an düşündüm, aslında bu kadar ileri bir gerçek keşfetmeyi istemiyordum... Neden mi? Özüme dair çok garip bir bilgi bu. Bu "hareketim" karakterimin de nasıl olacağının işaretini vermiş aslında. (Bu güne kadar annem beni "herkes mersin'e,sen tersine" diye azarladı.)

Yalnız, belirtemeden de geçemeyeceğim, şu an çocukluğuma da hafif bir iniş yapmışım fark etmeden.

Bir daha düşündüm de baya gülüyorum şu an.



14 Ekim 2011 Cuma

Ters algı...

Aylardan olmuş Ekim, kültürel sanatsal hayat hız almış İstanbul'da. Şimdi Filmekimi var, Akbank Jazz Festivali var değil mi? Biletler on günlerden önce tükenmiş değil mi? Öyle.Eh bunun yanında o konseriydi bu tiyatrosuydu falan. Ben gitmek istemiyorum abi hiç birine. Onlar gitsin ben gitmeyeyim, ölmem yani.

10 Ekim 2011 Pazartesi

"Uyumsuz"


Sisyphos Söyleni - Albert Camus

Tanrılar Sisyphos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.Homeros'a bakılırsa, Sisyphos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. Başka bir söylentiye göre de haydutluğa eğilim gösteriyordu. Ben bunda bir çelişki görmüyorum. Ruhlar dünyasının yararsız işçisi olmasına yol açan nedenler konusunda kanılar farklı.
İlkin tanrıları biraz hafife alması başına kakılıyor. Onların gizlerini açığa vurmuştu. Jüpiter, Asope'un kızı Egine'yi kaçırır. Kızın babası bu kayboluşa şaşar, Sisyphos'a dert yanar. Bu kaçırmayı bilen Sisyphos, Korent kalesine su vermesi koşuluyla Asope'a bilgi vereceğini söyler. Suyu tanrıların öfkesine rağmen yeğ tutmuştur. Ruhlar ülkesinde bundan dolayı cezalandırılır. Homeros bize Sisyphos'un Ölüm'ü zincire vurduğunu da anlatır. Pluton ülkesini ıssız ve sessiz görmeye katlanamaz. Savaş tanrısını yollar, o da Ölüm'ü kendisini yenenin elinden kurtarır.
Sisyphos'un ölmek üzereyken, önlemsizlik edip karısının aşkını denemek istediği de söylenir. Cesedini alanın ortasına atmasını ister. Sisyphos kendisini ruhlar ülkesinde bulur ve burada insan aşkına öylesine karşıt olan bu söz dinlemeye kızar, karısını cezalandırmak üzere yeryüzüne dönmek için Pluton'dan izin alır. Ama bu Dünya'nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağırmalar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.

Sisyphos'un absürt kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da absürtdür. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı, hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu. Ruhlar ülkesindeki Sisyphos konusunda hiçbir şey söylenmez bize. Söylenenler imge gücümüzle canlandırılmak için yaratılmıştır. Burada yalnız kocaman taşı kaldırmak, yuvarlamak, yüz kez yeniden başlanan bir yokuşu tırmanmasını söylemek için gerilmiş bedenin tüm çabası görülür; kırışmış yüz, taşa bastırılmış yanak, balçık kaplı kitleyi yüklenen bir omzun, onu indiren bir ayağın desteği, kollarla yeniden toparlama, toprağa batmış iki elin tümüyle insansı güveni görülür. Göksüz uzamla, derinlikten yoksun zamanla ölçülen bu uzun çabanın en sonunda, amaca ulaşılmıştır. Sisyphos o zaman taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. Gene ovaya iner.

Sisyphos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine doğru gömüldüğü saniyelerinin her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.

Bu söylen 'trajik'se, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da absürtlükte bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda 'trajik'tir. Sisyphos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisyphos, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir: inişi sırasında bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur.

Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. Bu sözcük fazla değil. Gene Sisyphos'u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir. Bunlar da bizim Gethsemani gecelerimizdir. Ama ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar. Böylece Oidipus da ilkin yazgıya bilmeden boyun eğer. Bildiği andan sonra, trajedyası başlar. Ama aynı anda, kör ve umutsuz durumda, kendisini dünyaya bağlayan tek elin bir genç kızın eli olduğunu anlar. Ölçüsüz bir söz çınlar o zaman: 'Bunca acı deneyimime karşın, ilerlemiş yaşım ve ruh büyüklüğüm her şeyin iyi olduğu yargısına götürüyor beni.' Dostoyevski'nin Kirilov'u gibi Sofokles'in Oidipus'u da absürt yenginin formülünü verir böylece. İlkçağ bilgeliği çağdaş kahramanlıkla birleşir.

Bir mutluluk kitabı yazma isteğine kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan. 'Daha neler! Böylesine dar yollardan mı..' Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve absürt aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar. Yanlışlık mutluluğun ille de absürdün bulunuşundan doğduğunu söylemek olur. 'Her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum,' der Oidipus, bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sinirli evreninde çınlar. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. Bu dünyaya doyumsuzluğumuz ve yararsız acılardan hoşlanmamız yüzünden gelmiş bir tanrıyı kovar bu dünyadan. Yazgıyı bir insan işi yapar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür.

Sisyphos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, absürt insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur. Birdenbire sessizliğine bırakılmış evrende, yeryüzünün binlerce hafif, hayran sesi yükselir. Bilinçsiz ve gizli seslenişler, tüm yüzlerin çağrıları, bunlar işin kaçınılmaz ters yüzü ve yenginin pahasıdır. Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir. Absürt insan evet der, çabası hiç dinmeyecektir artık. Kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı yoktur, hiç değilse tek bir alınyazısı vardır, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser. Gerisine gelince, günlerini istediği gibi geçireceğini bilir. İnsanın kendi yaşamına yöneldiği bu yüce anda, Sisyphos, kayasına dönerken, kendisince yaratılan, belleğinin bakışı altında birleşen, hemen sonra da ölümüyle kapanan yazgısı olan bu bağımsız eylemler dizisini seyreder. Böylece, insansal olan her şeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir, görmek isteyen ve karanlığın sonu olmadığını bilen kördür, hep yürümektedir. Kaya hala yuvarlanır durur.

Sisyphos'u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.

Albert Camus

http://www.narteks.net/edebiyat-dunya/sisyphos-soyleni-albert-camus.html

8 Ekim 2011 Cumartesi

Saçma olanla yüzleşmek...

Tekrar başladım, Absürd Tiyatro üzerine yeniden okumalar yapıyorum. Önümüzdeki uzun bir zaman diliminde de bolca Absürd Tiyatro ve Samuel Beckett okuyacağım.

Saçma, uyumsuz, mantık dışı, anti-kahraman, anti-insan, durağanlık, beklemek, yabancılaşma.... ve bir düzine "saçma" kavramla yeniden bir araya gelmek, yeniden yüzleşmek durumdayım.Uyumsuzluğum gereği...

Aslında çok direttim, Absürd Tiyatro olmasın dedim, ama kaçamadım, kürkçü dükkanına geri döndüm. Ne yapalım, başa gelen çekilecek.


Zaten, içim çok saçma hissediyordu bu günlerde... Hmmm, bu günlerde değil sadece, zamanın büyük bir kısmında demek gerek.

Bu durumu bir görselle taçlandırmak gerekirse:

(Uzun yıllar önce bulduğum bir görsel, kime ait olduğunu bilmiyorum. Mealen: Korkma kardeş, absürd öldürmez, diyor.)

Yaşasın ironi, yaşasın kara mizah, yaşasın mim, yaşasın soytarılık, yaşasın palyaçoluk, yaşasın saçmalık...