26 Aralık 2010 Pazar

Dedemin üzerine tezek kokusu sinmiş...

Çocukluk özlemi kar özlemi...bu zamanlarda,tam da Noel gelmişken, Bulgaristan'da mutlaka kar yağardı, ve biz Noel tatilinde olurduk... 


Tatilin ilk günü bembeyaz karla uyanmak, sobalı odamızın babaannemiz tarafından sımsıcak tutulması, çok ses çıkartan komşunun bizi uyandırmaması için dedemiz tarafından uyarılması...sonra kuzinenin üzerinde kızartılan ekmekler..sıcacık ıhlamur çayı..abim süt içerdi...öğle üstü ahırdan gelen dedemin üzerine sinmiş tezek kokusu...üşümeyelim diye kat kat giydirmiş bizi babaannem...en büyük eğlence 2 kanallı televizyonumuzda çizgi film saatini beklemek..bir ara çıkıp karla oynamak,kardan adam yapmak..evin önünde birikmiş karların içine dalmak,tıpkı havuza atlar gibi...buz gibi havanın soğukluğunu iliklere kadar hissetmek ama üşümemek...birikmiş kardan dolayı antenin bozulması,elektriğin kesilmesi,akşam gazlı lamba eşliğinde oturmak,dedem bana tavla öğretirdi...babaannemin daha son baharda topladığı olgunlaşmamış elmaları yatağının altında saklaması ve o "mahsur kalınmış" günde bize ikram etmesi..aşağı ki mahalleden gelen kuzenlerle kar topu oynamak,kızağa binmek...sonra da kızarmış yanaklarla sobanın etrafında dizilmek,şakalaşmak gülüşmek,babaannemin bize kızması,çünkü ayaklarımız sırılsıklamdır...su kanalları donardı soğuktan,buzları eritip su içerdik...gaz lambası eşliğinde tavla oynamak...dedemin pilli radyosunda frekans yakalamaya çalışmak,dünyadan bihaber olmak...


günlerce donmuş yollardan dolayı köye ekmeğin ulaşamaması, evde yapılan çörekler börekler...
kuzenlerle yeni yıla hazırlanmak,eski süsleri çıkartıp evi süslemek,çam ağacı yok,büyük saksıda ki çiçeği çam ağacı yapmak...kuzenlerle minik skeçlerin, muzip oyunların prova dönemi...ve büyük eğlence zamanı...


kuzinenin üzerinde kızartılmış ekmek dilimleri...sıcacık ıhlamur çayı.. abim yine süt içerdi...babaannemin tombul pembe yanakları...öğle üstü ahırdan gelen dedemin üzerine tezek kokusu sinmiş...
şapkaları eldivenleri botları kuşanıp karların içine dalmak...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Uykusuzluk, bırak peşimi!


Tam uyumaya çalışırken, aklın %100 çalışması niye, neden?
Aklımın en çok çalıştığı saatler geceler olmaya başladı, saat 3 suları...
Korkuyorum kendimden artık. Bu cin fikirlilik zamanında bitirmen gereken yazılarım ve okumalarım için işe yaramıyor ki!
Hmm, aslında kendimle ilgili şöyle bir tespit de yapabilirim. Yazı bakımından en üretken olduğum zamanlar kasımdan sonra başlıyor, ve baharın gelmesiyle mart gibi bu etki azalıyor.

Bugün pasiflora almak şart oldu artık. Pasiflora demişken, bir arkadaş vardı üniversitede,bir tuhaftı zaten ama en tuhafı okulda sürekli pasiflora içmeye başlamasıdır bence. Kız termos bardağa koyardı pasiflorayı ve kafaya dikerdi. Sonra zaten kafayı yedi.
Neyse...
Uykusuzluk bahane canım, maksat pasiflorayı almak için bahane üretmek, demeyin sakın...
Gerçekten uyuyamıyorum, ve uyuyamamak için hiçbir sebebim yok. Hani stresli değilim, mutsuz değilim, regl dönemi değil... Gerçekten uyuyamıyorum...


Uykusuzluk, bırak peşimi!!!

(Ve aklıma Al Pacino'nun oynadığı "Insomnia" (Chistopher Nolan,2002) filmi geliyor. Ayrıca Faithless'ın "Insomnia" şarkısı, işte buyurun :)


12 Aralık 2010 Pazar

Böyleyken böyle.

Aklıma geldi, ben neden bir topluluğa bilmem neyin haklarını korumak adına katılamadığımı hatırladım geçen gece.

Öncelikle bu gibi toplulukların savunduklarını küçümsediğimden değil ama bir kalabalığa üye olmanın gereksinimi yalnızlığa katlanamamaktan ve birey olamamaktan kaynaklanıyor bence. Ailesel de olabilir. Kalabalık bir nüfusta sesini duyuramamış çocuk bir sivil toplum kuruluşunda veya siyasi partide var olabileceğini düşünüyor olabilir. Oidipus kompleksi de olabilir.Yani aslında psikolojik bir şey bu,bence. 

Benim derdim bu değil, varsın üye olsunlar, savaşsınlar...insanlar kendilerini böyle tamamlamaya ifade etmeye çalışsın. İfade biçimlerinin bir çok çeşidi var. Herkes bir yol seçebilir. 

Bir şeye çok inanamayan, bir ideoloji uğruna savaş veremeyen, çünkü aslında ona inanmayan biri olduğumu ve böyle alanlarda barınamadığımı hatırladığım iyi oldu (insan bazen unutabiliyor),çünkü en son acaba yenilik olsun diye aktivist mi olsam diyordum. Neyse ki hatırladım da rahatladım. 

11 Aralık 2010 Cumartesi

İzin ver.

Sevgili blog'um,
Kendinde bir değişiklik fark ettin mi?
İsmini cismini yenilemeye karar verdim. Bazen yenilenmek iyidir, ya da hamama gidip bir güzel keselenmek de iyi gelebilir pek ala. Her neyse, konumuz isim mevzusu.
Alt başlığında da belirttiğim gibi, günümüzde o kadar çok film çekiliyor, dizi yapılıyor, kitap basılıyor, ilginç isimli dergiler çıkıyor vs. ki, zaten internet aracılığıyla bir çok bilgiye ulaşılabiliyor. Mesele, dünya bir göstergeler bütününden oluşuyorsa ve bu göstergelerin her birinin bir anlamı varsa, artık birikim değil yığın haline gelen bilgilerden bahsediyorsak o zaman pek ala "hiçbir şey hakkında" olur her şey.
Sen de en başından beri bunun üzerine kurulmuş bir blogsun zaten.
İsim,evet, ya da nickname de deniliyor. Kim bilir kaç bin siteye üyeyiz ve kaç bin kere üye ismi uydurmak zorunda kalıyoruz. Bazen "abidik gubidik", bazen hümoristik bir şeyler uydurmaya çalışıyoruz. Bu da bir çöplüğe dönen zihnimi çok yoruyor artık. Sen de böyle bir beynin ürünüsün.

En kafa yapıcısı bilinç akışı... Koyver gitsin,ah pardon, izin ver gitsin...

2 Kasım 2010 Salı

Coffee and Cigarettes



"Coffee&Cigarettes" filmini ne de çok sevdiğimi hatırladım. Herhalde sinema dünyasının en çok takip ettiğim kişileri bu filmde bir arada..Tekrar tekrar izlenilesi...

Tom Waits - Rain Dogs

"Yarın ben ne giyeceğim" sendromu

Büyük ihtimalle Amerikalı bir bilim insanı kadınların giysi dolabı ve ayna karşısında geçirdikleri zamanın ömrün kaç yılına denk geldiğini araştırmıştır...
(Bu arada lafı gelmişken, ben bu Amerikalıların her konuyla ilgili bir araştırma yapmış olmalarına ve basında da bunların haber değeri taşımasına uyuz oluyorum.:)
Konumuza dönelim..
Evet sayısal verileri bilemeyeceğim ama,ömrümün yarısını giysi dolabının önünde durup ne giyeceğimi düşünerek geçirdiğime eminim. Diğer yarısı da zaten acaba yakıştı mı diye ayna karşısında geçiyor.
Bu "ne giyeceğim sendromu" gün içinde başlar,uyurken bile devam eder. Bu "rahatsızlığın" genelde kadınlara özgü olduğunu düşünürler (erkekler) ama bence öyle değil. 5 dakikada ne giyeceğine karar veren erkekler olduğu gibi kadınlar da var ki onlara hayranız. Hatta o başarılı insanlardan ders almak isterim doğrusu.
Bu sendromun yan etkileri de yok değil. Mesela okula,işe vb. geç kalmak gibi.
Biz ne giyeceğimize gece yatmadan karar verdik zannederiz ama sabah kalktığımızda nedense fikrimiz değişiverir. Uykuya dalmadan önce şu pantalonun üstüne şu kazağa giyerim diye planlar yapılır,fakat sabah kalktığımızda bilinmeyen sebeplerden dolayı tasarladığımız konsepti beğenmeyiz,ya da kendimi çirkin zannederiz. Off hele bir muayyen günlerimizde isek! Ve istisnasız o sabahlar jean ve siyah t-shirt ile sonuçlanır.
Eee bu duruma hava koşulları da eklenince,planlar suya düşer. Hava durumu çok belirgin olmayan iklimlerde bizler ne yapacağımızı şaşırırız.
İşin sosyolojik boyutu da var tabii. Mesela kadınlar yaşadıkları semte göre giyinmek zorunda kalırlar,özellikle İstanbul'da. Veya ulaşım sorunu olanlar,toplu taşıma kullanmak zorunda olanlar öyle istedikleri gibi giyinemezler! Çünkü taciz edilme en popüler paranoyalardandır memleketimizde! (Bu durum işin acıklı boyutu tabii.)

Gün içinde kendimi dolabımı aklıma getirmeye çalışırken yakalıyorum. Daha işim gücüm bitmeden ne giyeceğime karar vermeye çalışıyorum. Aslında devlet herkese bir aile moda danışmanı uygulamasına başlasa,aile hekimi uygulaması gibi..harika olacak,makbule geçecek...evet her eve bir moda danışmanı lazım.



Bakınız:
http://www.eksisozluk.com/show.aspt=yar%C4%B1n%20ne%20giyece%C4%9Fim%20sendromu

28 Ekim 2010 Perşembe

“BAKKHALAR” Oyununa Postdramatik Bir Eleştiri

Dionysos insanın kendi üzerine tefekküre daldığı bir ayna imgesidir” Nietzsche  


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Euripides’in “Bakkhalar” adlı oyununu 2009-2010 tiyatro sezonu kapsamında sahnelenmiştir. Romanya’dan davet edilen Mihai Maniutiu beraberinde getirdiği sahne-kostüm tasarımcısı Valentin Codoiu ve koreograf Vava Ştefanescu tile birlikte yönetmiştir. Şehir Tiyatrosu seyircilerine farklı bir deneyim yaşatan M. Maniutiu  çağdaş  “Bakkhalar” için post modern yakıştırması yapılmaktadır. Ayrıca bu yorum bir çok eleştirmen tarafından “aşırı” bulunmakta,  Euripides’e yapılan bir hakaret olarak algılanmaktadır. 


“Bakkhalar” oyunundan yola çıkarak akla gelen sorular şunlar : günümüzde sık rastladığımız bu tutumun sebebi nedir? Yoksa eleştirmenler haklı mıdır?  Her Sahnede gördüğümüz teatral aracın alışılagelmişten farklı kullanımı için  postmodern diyebilir miyiz? Yoksa artık beklentilerimizi bir kenara bırakıp kalıplardan sıyrılmalı mıyız? Sahneleme sembolik göndermeleriyle ne demek istiyor? Bir göstergeler bütünü mü,yoksa bir semboller yığını mı ? 


Bu çalışmada yukarıda sıraladığımız sorular ekseninde Hans-Thies Lehmann’ın ortaya attığı “post dramatik tiyatro” bağlamında “Bakkhalar” sahnelemesinde asıl metin ile  sahne araçları arasındaki yapıyı ortaya çıkartılmaya çalışılacaktır.


Euripides “Bakkhalar” : Postmodern Açılımlara Zemin Hazırlamak 


Dionysos, Semele ile Zeus’un yasadışı oğlu olarak bilinir. Uzun yıllar Asya’da dinini yaymış olan bolluk-bereket ve şarap tanrısı Dionysos sonunda kendi topraklarına geri gelerek oradaki yurttaşlara dinini yaymak ister. Kadmos’un torunu ve Dionysos’un kuzeni sayılan Pentheus ise Thebai kentini yönetmektedir. Şehrine gelen bu yeni din misyonerin karşı gelir ve onun dinini tanımaz. Bir insan olarak Pentheus’un trajik hatası işte tam da Dionysos’u reddettiği noktada başlar. Bakkhalar ise Dionysos’a taban kadınlardır. Bakkhaların arasında Pentheus’un annesi Ague de vardır. Annesinin de bu zevk düşkünü kadın-erkek kılıklı efemine tanrıya tapmasından dolayı Pentheus’un öfkesi daha da artar. Dedesi Kadmos ve kör bilici Theresias da Dionysos dinine tapanlardan ve onun propagandasını yapanlardandırlar. Kral Dionysos’u yakalatır ve onu Bakkhakarın arasına götürmesini ister. İnsan görünümlü Dionysos onu oyuna getirir. Pentheus’u kandırarak kadın kılığına girmesini sağlar ve Kitharion dağlarına götürür. Tam kadınlara görünecekken onu fark eden Bakkhalar adeta imana gelir ve coşarak Pentheus’u paralamaya başlarlar. Kafasını koparan ise annesi Ague’dir. Esrilik halinden çıkıp da oğlunu öldürdüğünü anlayan anne yıkılır. Dionysos onu dışlayan Thebai halkından intikamını almıştır. Ague ve diğer kadınlar ise yurtlarından uzaklara sürüleceklerdir. Kadmos ve kızı Harmonia’yı ise yılan yapar. Ve Bakkhalar korosu son sözü söyler : 


“Tanrılar insanların bahtında
Türlü türlü gösterirler kendilerini.
Türlü hallere sokarlar bizi hiç beklenmedik
Umduğumuz şeyler olmaz
Ummadığımız hallere getirirler bizi.
İşte bu dram da böyle bitti.”#


Euripides(M.Ö. 480-M.Ö. 406)  üçüncü büyük tragedya yazarı olarak en yenilikçi ve en cesur olanı olarak anılır.  Gerek işlediği konular gerekse koroya bir işlev katması ve onu harekete geçirmesi bu görüşü destekleyen sebeplerdendir. En yaygın görüş olarak ise Euripides  kadın düşmanı olara ve kutsal değerleri hiçe sayan biri olarak eleştirilir. Fakat “Bakkhalar”da da gördüğümüz gibi, oyunlarında kullandığı üslup vahşi denilebilecek kadar yıkıcıdır. Bu yıkıcılığı Euripides’i dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından yapmaktadır. Euripides tanrıları eleştirebildiği için,tanrı ve insanları aynı konuma çektiği için de yıkıcıdır. Zira “Bakkhalar”da işlenen temel mesele Apollon-Dionysos çekişmesidir. Apollon’a, yani akla inanan Pentheus  coşku, zevk, bolluk ve bereket gibi kavramlarla eşdeğer görülen Dionysos’a karşı gelir ve sonunda parçalara ayrılarak ölür. Aynı zamanda Zeus ile Dionysos arasındaki çekişmeye de gönderme yapmaktadır. Zeus tanrıların tanrısı,Dionysos ise insanlara en yakın tanrıdır. İnsanlara sağladığı zevk,esrime hali,kendinden geçme bir bakıma ritüeli taklit etmeye dönüşür, fakat Zeus taklit edilmeyi kendisine yapılan bir hakaret olarak görmektedir. Dionysos  “yasa” denilenin karşısında yer alır, düzene düzensizlikle cevap verip istihdamı sağlar, ona tapanlar coşmanın tadına varırken içlerindeki “öz”e ulaşırlar. Erkek egemenliği simgeleyen Apollon yasaları da bir şekilde Pentheus’un kadın kılığına girmesiyle yerle bir olur. Ayrıca şaraptan gözü dönen insanlık da Dionysos’un oyununa gelir ve kendilerinden geçmiş bir şekilde Pentheus’un sonunu hazırlarlar. Dionysos’un büyüsüne kapılan  insanoğlu bu sefer bu Tanrılarını da küstürürler. İşte tam da burada Euripides der ki :  Kendi doğasına fazla kapılan, iradesiz insan “vahşet”e neden olur ve Dionysos’u bile kışkırtacak yıkıcılığa ulaşır. Ague’nin sözleri insanlığın pişmanlığıdır: 


“İnsani tutkular,tanrılara yakışmaz”#


İşte Euripides’in “Bakkhalar”ı modern,post modern ve daha bir çok açıdan sahnelenebilecek hale geliyor. Zira üç düşünür Schlegel kardeşler ve Nietzsche için Euripides tragedyanın sonunu getiren ve hatta düşünce tarihini etkileyen bir yazardır. 


“Euripides tragedya yazarlığında,mitosları keyfince yorumlamış ve değiştirmiş,tragedyalarda çözüm aramaksızın,ahlaki sorunları,”salt çelişkiler” olarak gündeme getirmiş ve bütün bunları yaparken de Schlegel ve Nietzsche’ye göre tragedya sanatını yıkmış ve kendi küllerinden Yeni Komedya’yı yaratmıştır.”#


Euripides çökmüş olan Yunan kültünün zamanında yaşamıştır. “Bakkhalar” yazıldığında  Peloponnes Savaşı, vardı, ilk sahnelenmesinde ise Atina kaybedilmişti.   Jan Kott’a göre “Bakkhalar” “yunanlıların çılgınlığının tragedyasıydı: iktidardakilerin ve halkların”#. 


Yukarıda açıklamaya çalıştığımız “Bakkhalar” metnin uygulamasına  geçtiğimizde nasıl bir yıkımla karşılaşıyoruz? 


“Bakkhalar” 2010 : Din Simsarlığı ve Rahibelerin Vahşeti 


Dionysos ritüeli insanı kendisiyle yüzleştiren bir törendir. Eğer başka yola sapmadan ibadetinizi gerçekleştirirseniz nihai özünüze ulaşırsınız. Eğer aç gözlülük ederseniz tanrılar sizi cezalandırır. Fakat bir başka boyut,bu iki uç arasında çıkar yolu arayan din simsarlarının ortaya çıkışı. Aynı zamanda uç noktaya varan yıkıcılık ile mutluluk anlarının iç içe girmesi.


İ.B.B Şehir Tiyatrolarında sahnelenen M. Mahiutiu imzalı “Bakkhalar”da broşürde yer alan açıklamalarda şöyle diyor: 


“Yönetmenin yorumunda inanç sömürüsü ve kadın gücünün kullanışı odak noktaları arasında… Dionysos’un ‘neşe,coşku ve şarap tanrısı’ olarak basitleştirilmiş imajı Hollywood etkisinden. Yönetmen Dionysos’u çok yönlülüğünü dikkate alarak işliyor. Zıtlıklarla dolu olan hayat ve hayatiyet hangi tanıma sıkıştırılabilir? Çıkar uğruna inanç sömürüsü. Yabancı geldi mi?” #


Daha oyunu izlemeden önce broşür okunulduğunda kadın meselesi,tanrıların insanları kullanası veya insanların başka insanları tanrı adına sömürmesi gibi konuları “Bakkhalar” üzerinden durulacağı tahmin ediliyor. Zira fotoğraflardan da sahnede bir “vahşet”in yaşanacağı anlaşılıyor. 


Tel örgülerin ardında karton kutulardan kurulmuş bir alan. Sahnenin her iki tarafında da içinde beyaz bir maddenin bulunduğu kare bölmeler. Tel örgülerde asılı duran 8 kukla.  Daha ilk bakışta sahnede duran her araç seyirciyi yadırgatacak biçimde oluşturulmuştur. Tel örgülerin ardında görülen hayat karton kutuların “sağlamlığı” kadar kaypaktır. Ayrıca karton kutularla Thebai kentine bir benzetme yapılmış olabilir. Fakat oyunun ilerleyen aşamalarında da anlaşılacağı gibi tel örgülerle kaplı bu alan günümüz dünyasından bir fotoğraftır. İki boyutlu algılanabilir: hayvanat bahçesinde gördüğümüz bir kafes ve birazdan hayvanlar çıkıp insanlara gösterilerini sunacaklar. Diğer bir yandan ise Harlem’in, Bükreş’in veya Beyoğlu’nun herhangi bir karanlık dar sokağı, yani kısacası yer altı dünyası. Her iki çağrışımda da oldukça yıkıcı,yadırgatıcı bir sahneleme oldu söylenebilir. 


Oyun başladığında aslında bu uyarlamanın asıl metinin izlediği olay çizgisine göre ilerlemediğini hatta farklılıklar yenilikler olduğunu görüyoruz. Euripides izlemeye gelen seyirci bu anlamda salondan mutsuz çıkıyor. Fakat belirtildiği gibi oyunu düzenleyen ve yöneten kişi Mihai Maniutiu. Dolayısıyla klasik anlamdaki Euripides “Bakkhalar” oyunundan söz edemiyoruz. Yönetmen kendi iletisi doğrultusunda metinden seçkiler yaparak oyunu farklı bir yönde ele almış. 


Bu noktada postdramatik tiyatronun seyircide değiştirmek istediği algı meselesine bir parantez açmak gerekir. Aslında ilk bakışta yadırgatıcı olan,seyirciyi mutsuz eden meselenin tam da yönetmenin broşürde belirttiği yönde ilerlemesi oyunun bu anlamda tutarlılığını gösteriyor. Seyirci algısıyla ilgili bir sorunla karşılaşıyoruz. Uygulamada başarılı veya başarısız diye göz etmeksizin bakıldığında,Şehir Tiyatrosuna gelen seyirci belli çizgiler içinde bir klasik metin izlemek istiyor.  Fakat öyle olmadığını gördüğünde kolayca dışlıyor. Dolayısıyla Türkiye tiyatrosu geleneğinde yetişmiş bir seyirci süreçten çok sonuca odaklanıyor. Klasik metinlerin çağdaş yorumlarında veya postdramatik  sahnelemelerde önemli olan ise süreçtir,tez değil ortaya çıkan göstergeler bütünüdür veya bazen göstergeler yığınıdır. Ve seyreden ile eyleyen arasında kurulan gerçeklik tanıklık ilişkisidir. 


Sahneye dönecek olursak, ilk olarak oyunun Theresias ile başlamasından itibaren olay akışının Euripides’teki gibi ilerlemeyeceğini anlıyoruz. Klasik hikayede değindiğimiz gibi, Dionysos Thebai’ye öç almaya geliyor ve onunla alay eden kral Pentheus’u ve aşırıya kaçan Bakkhaları cezalandırıyor. Maniutiu’nun yorumunda ise olaylar farklı bir yönde gelişiyor. Sahneye çıktığı ilk andan itibaren kör olduğunu düşündüğümüz Theresias seyirciyi şaşırtarak uzun bir süre bu sahnedeki oradan oraya koşan kim diye sordurtuyor. Bazen eline aldığı mikforonla seyirciye doğrudan konuşan bazen kontrabas çalan bir soytarı. Theresias oyunu yönlendiren kişi konumunda aynı zamanda kasetçalarda başlattığı ve sonlandırdığı müzikle sahne geçişlerini yönlendiren bir sahne görevlisi gibi. Theresias oyun boyunca hem anlatıcı, hem olayları yönlendiren hem Theresias’ın kendisi hem de tam bir günümüz soytarısı. Theresias’in bütün oyuna hakim olması Maniutiu’nun eleştirmek istediği sistemi  ortaya çıkartması açısından işlevsel görünüyor. Çünkü Theresias’in rahibelerle ve Dionysos’la girdiği ilişkide tam bir çıkarcı olduğu ortaya çıkıyor. Sahnede olan biten her şey onun için bir fırsat. Sonunda da zaten Dionysos ile aynı “seviyeye” getirilerek oyunu bitiriyor. Dionysos da özgün metinde olduğundan çok farklı. Bu oyundaki tanrı engelli bir çocuk bedenine sahip, rahiplerinin kucağında taşınıyor,rahipleri yardımıyla yürüyor. Özgün metindeki Kadmos, Ague, Haberci gibi kişiler çıkartılmış ve oyun sözlü anlatımdansa performatif bir anlatıma başvurmuş. Klasik tragedyada sahne dışında gerçekleşen cinayetler ve Bakkha rahibelerinin esrime halleri bu yorumda sahneye taşınmış. Pentheus’u öldüren ise narin bir bedene sahip engelli Dionysos olur, rahibeler ise bu tören esnasında kendilerinden geçerek birer vahşi hayvana dönüşüler. Her şey sahnede gösterilir. Bir tek cinayet beyaz bir çarşafın ardında gerçekleşir. Bu anlamda oyun tam bir doruk noktasına ulaşacak iken gelen beyaz çarşaf anlamsız bir nesne olarak kalıyor,daha doğrusu neden çarşafa gerek duyulduğu ortaya çıkmıyor. Ayrıca bazen rahiplerin taşıdığı bazen de anlık olarak yürüyen Dinonysos’un birden bire yürümeye başlamasının nedeni anlaşılamıyor. Oyundaki rahipler ise Pentheus’un ve Dionysos’un adamları görevini yerine getiriyorlar. 


Aslında ana tema din istismarı ve kadınların sömürüsü meselesine gelecek olursak,Bakkha rahibeleri bu oyundaki temel sorunu teşkil ediyor. Kadınlar antik dönenmde de günümüzde de “pis işler” için kullanılan köleler sınıf olma durumunda sıyrılamıyorlar. Rahibeler oyunun en başından itibaren anlaşılamayan bir devinimle sürekli oradan oraya koşuyorlar,çığlıklar sayesinde anlaşıyorlar. İlk sahneye çıktıklarında Theresias’in yönlendirmesiyle “şenliğe” başlıyorlar. İki farklı tarafta yer alan beyaz tozlarla “kafa bulan” bu kadınlar oyunun her anında koşulsuz teslimiyeti ve sorgusuz inançları temsil eden bir kadın topluluğu oluşturuyor. Bu noktada kendini her tehlikeye kurban edenin, koşulsuz kabul edenin ve sorgulamadan buyrukları yerine getirenin kadın olması aslında yazarın en başında dile getirdiğimiz “kadın gücünü sömürüsü” eleştiri temelsiz kalıyor. Kuvvetli bir yapıya, kontrolsüz bir güce sahip olan kadınlar çekildikleri yöne doğru savrulurken inanışların karanlık dünyasında yıkıcı, yok edici birer vahşi köleye dönüşüyorlar. Bu anlamda “kitle-insan” olma durumunu eleştirmeyi amaçlayan yönetmen sahnede gösterdiği bu kurban edilen, kendilerini koşulsuz feda eden ve belli bir sistemin gücü altında buyrukları yerine getirenlerin kadınlar olmasında erkek egemen bakışa yenik düşüyor. Sonuçta bu koşulsuz kıyıcılık insan temelinde değil,sadece kadın temelinde. Erkek hizmetliler ise tanrıların ve soyluların arkalarını temizleyenler olarak kalıyorlar. Bu noktada erkekler de köleleştirilse de  kadın rahibeler gibi “pis işlere” bulaşmıyorlar. Son sahnede Dionysos kürtaj masasında Pentheus’u “halleder”, ve  rahibeler de kürtaj masalarına yatmaları sembolik olarak  biraz sonra Dionysos kadınları da baştan çıkartarak ele geçirecek izlenimi bırakıyor. Ve doğurganlığı da çağrıştıran bu durum Dionysos’un yeni nesiller yetiştirmesine ne gönderme yapar. Tam anlamıyla kadın gücünün sömürüsü sahnede izlenmektedir. 


Genel olarak, sahnede olan biten her şey sanki asıl metin “Bakkhalar”ın öncesi ve sonrası yani hiç gösterilmeyeni olarak seyirci algısında bir yabancılaşmaya yol açıyor.  Dönemin karanlık din anlayışı günümüz kapitalist sömürgeci anlayışa gönderme yaptığından sahneleme boyunca bu anlayışı eleştiren tutumu izlemekteyiz.


Açıklamaya çalıştığımız sahneleme ilk andan itibaren seyirciyi geren,yoran bir tutum tercih etmiş, ancak  zaman zaman bir çok sembol bir arada verilmesi post dramatik anlamda göstergeler yığınıyla seyirciye seçme özgürlüğü sağlamak olarak değil tam tersine dikkat dağıtıcı olarak kalmış.  Dolayısıyla sahnede rejinin isteği dışında gelişen bir kaos ortamı oluşuyor. Müzik ve ışık kullanımı da bu anlamda etkin birde olduğu söylenemez. Yalnız müzikler zaman zaman gerilimli ortamı simgelemek için oldukça yüksek ses seviyesinde sahneye veriliyor. Ayrıca müziğin barındırdığı bir çok etkin kökenli tınılar Dionysos’un bir çok memleket gezmiş bir Tanrı olmasına dolayısıyla da anlatılan meseleye dünyanın her bir yerinde rastlanıldığına işaret ediyor. Yine aynı gösterge kaosunda olduğu gibi müzik de bir süre sonra rahatsız edici hale geliyor.  


Yönetmen tanrılar-insanlar arasındaki ilişkinin Euripides zamanından itibaren sömürülmeye müsait bir zemin yarattığını Theresias’in oyun boyunca süren hakimiyetiyle gösteriyor. Bu tercih yazarın “Bakkhalar” oyununda işlediği temanın günümüzde de farklı boyutlarla tartışıldığını gösteriyor.  Çünkü Euripides de zamanında kutsal değerlere saygısızlık etmekten dolayı suçlanıyor ve kendi ülkesini terk ederek Makedonya’ya yerleşiyordu. Paralel olarak Dionysos da aynı süreçten geçiyordu. Dolayısıyla var olan mitleri iletmek istediği mesele üzerine yorumlayarak yazar zaten ilerici yönünü ortaya çıkartıyordu. Yönetmen de kendi çağına uygun düşen Tanrı-İnsan ilişkisini sömürgeci emperyalist zihniyet üzerinden anlatmayı seçerek kendi gündemine bir eleştiride bulunuyor. Bir başka açıdan bakıldığında, metnin kutsallığını da yıkarak kendi iletisine hizmet ettiğini düşündüğü kısımları kullanarak yönetmen dramatik anlamdaki metin merkezli teatral hiyerarşiyi bozmuş gözüküyor. 


Hans-Thies Lehmann’ın da değindiği gibi post dramatik tiyatro örneklerinin çoğunda benzer özelliklere rastlanılmaz. Dolayısıyla çağdaş bir sahneleme olarak algılamamız gereken bu “Bakkhalar” yorumu bir takım olumsuzluklara rağmen yeni tiyatro açısından dramatik tiyatronun hiyerarşik yapısını kırmayı başarıyor. Göstergeler zaman zaman bir kaosa dönüşse de seyirciye sahnede olup bitenle ilgili tanıklık etme fırsatı veriyor. Ayrıca koreografinin de amacına ulaşamamış olmasının yanı sıra,yine de bu sahnelemede bedenselliği önemli bir özellik olduğunu görüşüyoruz. Narin engelli Dionysos ve sahne boyunca hakimiyetini sürdüren Theresias oyunculuk anlamında hareketleri ve fizikleriyle sahnede var oluyorlar. Ve ayrıca sahnenin ilk dakikasından itibaren seyirciyle arasında bir mesafe kurmayı başarıyor. Seyirci ilk andan itibaren kışkırtılıyor. Ve sonunda beyaz tozdan kafası dumanlı Bakkha rahibeler gibi Dionysos ile aynı seviyeye ulaşan din simsarı Theresias’ın ardından bakakalıyorsunuz. 





Not: “BAKKHALAR” oyunu şu an İBB Şehir Tİyatrolarında sahnelenmeye devam ettiği için eski yazılarımdan birini paylaşmak istedim.

2. Uluslararası Antakya Bienali İzlenimleri

Uzun bir aradan sonra bloguma geri döndüm.
Ortadan yok olmamın sebebi, 2.Uluslar arası Antakya Bienali'dir. Bienal açılış arifesinde koştum gittim sanatçı asistanlığı yaptım. Benim için ilginç olan eş kuratörlerden birinin Bulgar olması idi. Antakya'da 4 Bulgar sanatçıya asistanlık yapacağım ve 10 gün boyunca Bulgarca konuşacağım aklımın ucundan geçmedi doğrusu.
İzlenimlerime ve anılarıma gelince...
Bienal konseptinin esprili bir tarafı vardı ki bu çok hoşuma gitti. Belediyelerin her kazı yol çalışmasında astıkları afişleri görmeye alışkınız. "Anlayışınız için teşekkür ederiz." "Verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz." gibi yazıları gördüğümde çok gülerim.
Hatay da bu "kalkınma" çalışmalarından nasibini almış bir şehir. O kadar çok yol çalışması ve inşaat var ki şehre ilk girdiğinizde dikkatinizi tamamlanmamış binalar,çatılardan fırlayan demirler ve yol çalışmaları dikkatinizi çekiyor.Bunun yanında da Antakya için "medeniyetler mozaiği" diye bir tabir kullanılır, hem köklü tarihi, hem de bir çok milleti bir arada barındırdığı için. Fakat bunun da komik bir tarafı var, çünkü Antakya öyle bir yer ki, gelen öncekinin üzerine bir yapı kurmuş ve hangi taşı kaldırsan bir tarih çıkıyor. Ama üzerinde oturanın bundan haberi yok,olsa da görmezden geliyor. Bu noktada diyor ki yöneticiler; "Ey Antakyalılar, anlayışınız için teşekkür ederiz".
Bienalde Türkiye,Bulgaristan,Hollanda,Güney Kore,Kazakistan,Lübnan ve Filistin'den 40 üzerinde sanatçının eserleri 15 Ekimden itibaren sergilenmeye başladı. Şehirde sanat anlamında en önemlisi mekan eksikliği. Bunun için bienal sayesinde Antim İş Merkezinde kiralanan bir atölye kültür-sanat işlerine kazandırılmış oldu. Ayrıca benim hayran kaldığım Kurşunlu Handaki terk edilmiş marangozhanelerin birinde Bora Petkova adlı bulgar sanatçı bir ışık instalasyonu yaptı ki, o mekana çok yakıştı. 20 Kasıma kadar açık olan bienali gidin görüm derim ben Antakya ve çevresinde yaşayanlara veya GAP turuna gidecek olanlara...
Bunun dışında kamusal alanlar da bienal mekanına dönüştü ve açılış için çeşitli performanslar düzenlendi.
Fakat bu bienalin organizasyonu bize bir çok şeyi sorgulattı. Kişisel olarak, ben "Bienal neden yapılır?", "Bu bienaller kimin için yapılıyor?Yerli halk için mi turistler için mi?","Sanatçı kimdir?","Çağdaş sanat nedir?"vb. sorularını çok düşündüm ve etraftan da çok işittim. Aslında bu konuları tartışan bir panel de düzenlendi,İstanbul'dan gelen kültür-sanat camiası!(Fakat Antakya'dan katılan pek göremedim! Ve içimden İstanbullulara ilk önce siz kendi kentinizle ilgilenin demek geldi.)
Asıl mesele, vatandaşın sorduğu sorulardı,çünkü işte o vakit toplumun kültür-sanata nasıl yaklaştığını anlayabiliyorsunuz. Bienalin kim için yapıldığı,halka ulaşmasının gerekliliği,sanatın toplum için yapılmasının gerekliliği bir kenarda dursun, bırakalım da insanlar neyi tercih edeceklerine kendileri karar versinler.
Çok derin bir mesele aslında. Türkiye'de halkın belli bir kültür-sanat algısı olmadığı için,klasik sanatla daha derdini bitirmemişken, çağdaş sanatı nasıl benimseyecek? Kurşunlu Handa çalışırken esnafın meraklı bakışları bu soruyu açıklıyor aslında. Sanat onların içinde icra edildiği için,daha doğrusu onlara ulaştığı için insanların da sorgulama payı doğuyor,dolayısıyla ilgileniyor ve öğrenmek istiyorlar. Bir kültür-sanat politikamız olmadığından toplumun da en azından orada neler oluyor merak etme,düşünme eylemine girme durumu bile oluşamıyor.

Yoğun tempodan uzaklaşım kendime ufak bir zaman yaratarak bienali bir ziyaretçi gözüyle gezmeye ve görmeye çalıştım. Dikkatimi çeken,önünde durmamı ve incelememi sağlayan bir çok eser vardı. Çağdaş sanatın ve bienallerin vermek istedikleri etki budur belki de . İnsanlara geniş bir seçme alanı sunuyor,özgür bırakıyor,kendi deneyiminizi yaşamanızı sağlıyor. Her şeyi beğenmek incelemek zorunda değilsiniz.
Aslında çağdaş sanatın,tiyatronun,sinemanın,edebiyatın ilk başta kişisel bir alan olduğu gibi eserin ulaştığı kesim,yani normal insanlar da kendi kişisel deneyimlerini yaşıyorlar. Tabii bunun hem olumlu hem de olumsuz yönleri yok değil. Bir taraftan seçme özgürlüğünüz var. Ama diğer taraftan etrafınızda olan bitenden habersiz ve kayıtsız kalma riski de var.
Bu bienalde görsel hafıda yer edenebilecek eser vardı. Yani daha ilk görüşte hiç düşünmeden kolayca aklınıza giren şeyler. Mesela en basitinden,  bir afişe sadece "Antakya'da MC.Donalds Yok" yazılmış,ve bunu gördüğünüz andan itibaren size bir şeyi fark ettiriyor,sizi harekete geçiriyor.
Luchezar Boyajiyev adlı bir sanatçı ise, bu güne kadar katıldığı festivallerin,sergilerin,konferansların bilançosunu çıkarıp maddi açıdan bir sanatçı olarak "hangi değerden" gittiğini hesaplamış. Bana göre oldukça kara mizah tadında bir çalışmaydı.

İlginç bir deneyimdi...

Okuduğunuz için "Anlayışınız için teşekkür ederiz". demek istiyorum :)

Antakya'ya yolu düşenler için ayrıntılı bilgi internet adresinde bulunabilir:
www.antakyabienali.org

24 Eylül 2010 Cuma

Dar/Alan'da Kısa Paslaşmalar

İstanbul Üniversite'liler ne anlatmak istediğimi anlayacaklardır diye düşünüyorum.
Bir dar/alan mücadelesine örnek vermek istiyorum.
Bugün mezuniyet belgesi almak için gittiğim öğrenci işleri (ki bu da tartışılır bir konu yıllarca,öğrenci işleri değil,öğrenci engelleri resmen) memuruyla ufak bir gerginlik yaşadım.Konuyu büyütmek istemediğimden ufak bir tartışmayla sınırlı kaldı.
Mezuniyet belgesi için 6 adet 6x9 boyutunda ve normal 6 adet vesikalık istiyorlar. Bütün belgelerim tamam fakat memur fotoğraf kağıdı kalitesini beğenmeyince başvuruyu kabul etmedi zaar.
Ve yıllardır gıcık olduğum,neden diye sorguladığım konuya "parnak" basmış oldu kendileri.
Şimdi şöyle bir bilanço çıkarmamız gerekirse,sadece üniversite ile sınırlı kalırsak,okula ilk kayıt yaptırdığımız andan itibaren çeşitli sebeplerden dolayı bizden fotoğraf alırlar dosyamıza eklerler. Ve hiç bir zaman bu fotoğrafların başına ne gelir bilmeyiz. Her öğrenci belgesi aldığımızda da yenilerini isterler,dosyada olanları kullanmazlar. Mezun oluruz yine bol bol isterler.Ve bu böyle uzayıp gider. Bu vesikalıklar için harcanılan paralar ise o kadar boşunadır ki benim için...
İşte sırf kağıt kalitesi kötü,güzel durmayacak diye beni geri çeviren memura "Yahu bu fotoğrafları yıllarca bizden aldınız. Ne yapıyorsunuz bunca fotoğrafı?" diye sordum. Adam sorumu bir sorgulama olarak algıladı ve yüksek sesle cevap vermeye başlayınca, ben de dayanamadım karşılık verdim. Ama bürokrasi o kadar nalet bir icattır ki, bulduğum her eksikliğe saçma duruşa karşı öyle bir cevabı hazırdır ki... Memur da ona hizmet eder... "Orası benim görevim değil? diyerek sıyrılır işin içinden.
Bu fotoğrafları,efendim, her öğrencinin burs başvurusu,iş başvurusu için kullanıyorlarmış. Ben biliyor muymuşum bu okulda kaç öğrenci iş başvurusu yapıyor ve iş verenler okuldan onlar hakkında belge istiyor? Bilmiyor muşum efendim.
"Haa bir de öyle durumlar var ki...eh öğrenciler rahat durmadıkları için..."
"Anladım,polis!"
"Evet".
Anladım ve sustum.
Her yerde kaydımız,sicilimiz var. Gözetleniyoruz. Dinleniyoruz. Her hareketimiz kayıt altında.
Anladım,bir kez daha anladım..

22 Eylül 2010 Çarşamba

Kitap Okurken Beğendiğin Cümlenin Altını Çizmek II

Tiyatro insanı Augusto Boal'dan :

"When we are free in space, we are arrested in time"

Sanatla Extramücadele Bu Olsa Gerek!

Dün Tophane'de yaşanan olaylar şaşırtıcı değil. Yaşanan ortaçağ karanlığını aratmayacak olaylar sonucunda bir kez daha anladım ki iktidar olanın,ekonomik ve siyasi gücü elinde bulunduranın işidir kutuplaşmalar, zıtlaşmalar, beyinleri yıkamalar...Aslında o kadar ironik ki... Türkiye gündeminde yer alan konulara baktığımda bu ülkenin ne kadar postmodern olduğunu söylerim hep (sarkastik bir gülümseme ile).
Bu girişimin adı "Extramücadele". Mahalle baskısıyla mücadele etmek zorunda kalan sergi ahalisi ve diğer yandan aç köpekler gibi saldırmak,etten parça kopartmak için kapıda bekleyenler var. Tam anlamıyla "extra" mücadele olmuş.

Çok katmanlı bir mesele de...oralara girmek istemiyorum.

Kendi adıma endişeliyim.En önemlisi bu olayların sokaktaki insanı nasıl etkilediğidir.
Sokakta,toplu taşıma aracında, barda kafede orada burada tedirgin olmak zorunda mıyım? Nerede özgür düşünce ortamı? Üstelik bugün Ankara polisi parkta el ele sarmaş dolaş oturan insanları "uygunsuz oturmakla" ikaz etmiş ve GBT kontrolü yapmışken...Fransa'da nazi faşistleri türkiye vatandaşı diye bir sinemacının evini kundaklamışken...

Din ve ırk temalı eylemler,saldırılar şiddetlenecek gibi görünüyor. Siyasi ortamda kurgulanan politikalar sokaktaki insanı etkileyecek. Sindiremiyorum bu durumu.
Referandum ile "daha" bir demokratikleşen ülkemize nice nice demokratikleşmeler diliyorum!Yetmez ama dayağa,şiddete daha da bir evet!

14 Eylül 2010 Salı

Beyoğlu Sahaf Festivali

Bugün uzun bir aradan sonra Taksime gittim.
Gezi parkında Sahaf Festivali denilen etkinlik başlamış.
Bir çok eskici bir arada. Koleksiyoncular ve kitap kurtları için tavsiye edilir.(Bu arada yan tarafta benim kitap kurdu kedimi görmekteyiz.)
Ben de açılışı yaparak tanımadığım bir fransız yazar keşfettim kendi adıma,çağdaş edebiyattanmış;hotel odaları hakkında çeşitli yazarların yazılarından derlenmiş "Odalar" adlı kitap Olivier Rolin'in imzasıyla,Can Yayınlarından...
Sahaf 14-28 Eylül 2010 tarihleri arasında Gezi Parkında...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Zaman Bulundukça Yazılır

Giriş konuşması niteliğinde olan bu ilk blog yazıma başlamış bulunmaktayım. Şu an yaptıklarımdan dolayı biraz şaşkın olsam da evet ben de blog yarattım kendime... Ben de bir blog yapayım diye bir emir yolladım beynime sanırsam,ama tam olarak nasıl gerçekleşti hatırlamıyorum...
Bütün bunların sebebi yapacak bir şey bulunamadığındandır zannımca. (Az önce yazdığım kelime de süper oldu,severim böyle dangul dungul yaratıcılıkları,bence dilimizi güçlü kılıyor,harf çokluğundan.)
Şimdi bir de bugünün tarihine de bir bakınca,gerçekleşen olaylar anlam bulmaya başladı. Malum gündemimiz yoğun...

Hayırlara vesile olsun...